Berlinale 2005 – Anuş Pazarcıyan
Yarışma bölümü
Paradise Now
(Hollanda/Fransa/Almanya 2005)
Yönetmen: Hany Abu-Assad
Oyuncular: Kais Nashef, Ali Suliman,
Lubna Azabal, Amer Hiehel, Hiam Abbas
Filistinli yönetmen Hany Abu-Assad, Filistinli oyuncularla orijinal mekânlarda çektiği “Cennet Şimdi /Hemen” isimli filmle bu yılki Berlinale’de yarışma bölümüne kuşkusuz en önemli katkıyı sunmuş. Filmi önemli kılan anlatımındaki yenilik vb. değil. Anlatım açısından klasik bir doku/dram Paradise Now. Oldukça düz, sade, temiz bir anlatımı var. Film bir sinema filmi, belgesel değil. Fakat bir çok dokümanter filmden bile daha fazla inandırıcı. Bunda süssüz, düz anlatımın, filmde hiçbir özel müzik kullanılmamasının vb. büyük payı var. Bu formel yapısı ile de ortalamanın üzerinde, evet iyi bir film Paradise Now.
Fakat nasıl anlatıldığından çok anlatılan şey önemli kılıyor filmi.
Anlatılan Nablus’ta yaşayan iki Filistinli genç fedayi-canlı bombanın yapacakları eylem öncesi iki günü. Cemal ve Halet bir tamircide çalışan iki arkadaş. Filmin girişinde bir iki sahnede Nablus’un gerçekte büyük bir açık hava hapishanesi olduğunu, Filistinli iki genç insan için burada yaşamanın aslında zindan hayatı olduğunu, onların bu hayata ve bu hayatı onlara yaşatan işgal rejimine karşı –haklı olarak– nefret dolu olduğunu görüyoruz. Aslında çok sevecen, fakat gelecekten bir beklentileri olmayan patlamaya hazır iki bombadır Cemal ve Halet. Ve onların böyle olmasının nedeni içinde yaşadıkları açık zindan ortamıdır.
Burada durup bir şeyi eklemek istiyorum. Yukar›da “haklı olarak” dedim. Hany Abu-Assad filmin hiçbir yerinde aslında kendisi açıkça “haklı” vb. değerlendirmesi yapmıyor, görünürde objektif bir gözlemci, yalnızca var olanı resimliyor. Var olanın, gerçeğin yorumsuz resmi yüreği nasır bağlamamış herhangi bir insan için, Nablus’ta isyanın haklı olduğunu kabul etmek için yeterdir. Nablus’ta yaşayıp da işgal rejimine karşı nefret duymamak zordur. Daha ilk resimlerde bunu duyumsuyorsunuz. Yalnızca resimlerin gücüyle. Hiçbir Hollywoodvari dramatik müzik desteğine vb. ihtiyaç duymadan sizi ‘taraf’ yapmayı beceriyor Abu-Assad.
Gelişme içinde Halet ve Cemal’in örgütlü ve intihar komandosu olduklarını öğreniyoruz. Her ikisine de değişik kişiler aracılığıyla eylem zamanı geldiği, eylemin bir gün sonra Tel Aviv’de gerçekleştirileceği, önlerindeki gecenin aileleri ile geçirecekleri son gece olduğu, eylem hakkında hiç kimseye bir şey söylememeleri gerektiği bildiriliyor. Her ikisi de daha önce gönüllü olduklarını bildirdikleri eylem için hazır olduklarını belirtiyorlar; bir dizi gönüllü arasından kendilerinin seçilmiş olmasından duydukları sevinç ve gururu dillendiriyor. Halet ve Cemal batı medyasının İslamcı intihar komandosu klişesindeki fanatik dinci manyaklar değil. Evet dinine bağlı Müslüman insanlar. Namazlarını kılıyor, dualarını ediyorlar. Fakat intihar eylemi sonrasında “iki melek tarafından gelinip alınacakları” “cennete gidecekleri” sözlerini kuşkuyla dinleyecek kadar da dünyevi insanlar. Aslında kendi yaşlarında başka ülkelerde yaşayan gençlerden çok farklı değiller. Fark yaşadıkları dünyada! Bu dünyayı belirleyen etrafının çevrili olması, ülkenin işgal altında olması, her ailede “şehitler” olması, her an işgalciler tarafından aşağılanma, öldürülme tehdidi altında olunması, “gelecek”in gerçekte “yok” olması!
Halet ve Cemal eylem günü, onlara eylem haberini getiren yoldaşlarıyla eylem hazırlığına gidiyorlar. Bu hazırlıklar tam bir tören. Törenin bir bölümünde dualar içinde gençler adeta düğüne gider gibi, damat gibi traş ediliyor, yıkanıyor, namaz kılıyor. İlginç olan her ikisinin de gerçekte en güzel damat giysileriyle, düğüne giden Yahudi yerleşimciler olarak gitmesi eyleme. Ardından törenle bombalar bağlanıyor vücutlarına, canlı bomba haline geliyorlar. Sonra videoya çekilen eylem açıklaması, eylemcilerin son sözleri geliyor gündeme. Burada önce Halet bol Allahlı iyi bir nutukla eylemin nedenlerini açıklıyor. Bitirdikten sonra soruyor “Nasıldım?” Kameramandan aldığı “Allah kahretsin bir bozukluk var. Kaydetmedi” cevabıyla çileden çıkıyor. Sonra ikinci baskı çekim yapılıyor. Bu çekimin başında Halet annesine su filtresini en ucuz nerden alabileceği konusunda mesaj veriyor. Sabah evden çıkarken vermeyi unuttuğu bilgiyi şimdi bu son sözü ile ulaştırıyor annesine! Bu fasıl bittikten sonra, grubun yaşayan bir efsane olan şefi bizzat gelerek kutluyor kendilerini. Artık eyleme hazırdırlar.
Arabayla Nablus’un etrafını çeviren çitin kenarına kadar getiriliyorlar. Karşı tarafta kendilerini arabayla bekleyen ve eylem yerine götürecek olan kişi beklemektedir. Çiti aştıktan sonra bir askeri devriyenin geldiğini görürler. Bekleyen araba kaçar. Eylemciler kaçmak, Nablus’a geri dönmek zorunda kalırlar. Kaçış sırasında birbirlerini kaybederler. Halet önden kaçar. Cemal bir süre İsrail topraklarında kalır. Bir otobüse binip pimini çekmeyi düşünür. Fakat otobüste küçük bir kız çocuğunu gördüğünde vazgeçer. Nablus’a dönüp Haleti aramaya başlar.
Bu arada Halet eylemci örgütüne haberi ulaştırmıştır. Eylem şimdilik suya düşmüştür. Halet’in bombaları indirilir vücudundan. Ölmeye hazır Halet vücuduna yapıştırılmış flasterler çıkarılırken büyük acı çeker. Haber örgüte ulaşır ulaşmaz Cemal’in bildiği bütün yerler boşaltılır. Eylemin böyle kazaya uğraması tesadüf olmayabilir. Birinin işgalcilere bilgi uçurmuş olması mümkündür. Bu Cemal olabilir. Olmasa bile Cemal İsrail’li işgalcilerin eline geçmiş, konuşmuş olabilir… vb. Halet’in kabul etmediği, etmeyi kategorik olarak reddettiği olasılıklardır bunlar. Cemal hiçbir şekilde gammaz olamaz onun için. Cemal’i bulma görevinin verilmesini ister kendine. Verirler. Nablus’ta Cemal’in Halet’i, Halet’in Cemal’i aradığı, birbirlerini hep kısa aralıklarla yitirdikleri hummalı bir kovalamaca başlar. Bu arada Cemal’in geçmişinde karanlık bir nokta olduğunu, babasının örgüt tarafından işbirlikçi ilan edilip öldürülmüş olduğunu öğreniriz. Bunun yanında Halet ile birlikte Cemal’i onu bir “çılgınlıktan” vazgeçirmek için arayan ve babası çok ünlü bir devrim şehidi olan genç kadın Suha arasında geçen ilginç bir tartışmanın tanığı oluruz. Halet intihar eylemlerinin haklılığını savunmaya çalışırken, Suha bu eylemlerin amaca uygun olmadığını ısrarla savunmakta bunu gerekçelendirmektedir. Abu-Abbas yine yalnızca tanıklık yapmaktadır kamerasıyla. İntihar eylemleri bağlamında bütün önemli lehte aleyhte argümanları Halet ve Suha’nın tartışması içinde sunmaktadır bize. Hangisini doğru bulacağımız, bu argümanlara yenilerini ekleyip eklemeyeceğimiz bize kalmıştır.
Sonunda babasının mezarı üzerinde bulurlar Cemal’i. Örgüte giderler. Örgüt bir gammazlık olmadığı, tesadüf olduğu sonucuna varır. Eylemi bir gün gecikmeyle yapma karar› verilir. Tel Aviv’e kadar salimen varır eylemciler. Bu noktada, Suha ile yürüttüğü tartışmadan etkilenmiş olduğu görülen Halet Cemal’i eylemden vazgeçirmeye çalışır. Cemal vazgeçmiş gibi yaparak, Halet’i geri gönderir. Son sahnede Cemal’i bir otobüs içinde görürüz. Bu kez otobüs önemli ölçüde İsrail askeri ile doludur. Kamera Cemal’in yüzüne kilitlenir. Zoomla Cemal’in gözlerine doğru gideriz kamerayla. Sonra perde beyazlanır.
İşgal, işgale karşı mücadele, bu mücadele içinde intihar eylemleri bugünün dünyasının önemli gerçekleri. Paradise Now Filistin’de iki genç somutunda bu sorunları tartışmak için mükemmel bir araç sunuyor.
Bu filmi de herkes görse çok iyi olur. Tabii Türkiye’ye gelip gelmeyeceği, gösterime girip girmeyeceği soru işareti.
Sometimes in April
(ABD/Ruanda)
Yönetmen: Raoul Peck
Oyuncular: İdris Elba, Pamela Nomvete, Debra Winger vd.
Bu yıl Berlinale’nin temel teması Afrika idi. Afrika’dan ve Afrika üzerine bir dizi film gösterildi. Biri yarışma filmi, diğeri yarışma dışı iki film Ruanda’da 1994 yılında yaşanan soykırımı konu ediniyordu. Yarışmada Raoul Peck’in “Sometimes in April”i gösterildi.
Film soykırımdan on yıl sonra geri dönüşlerle soykırımı anlatıyor.
Öykünün anlatıcısı Hutu’lu bir öğretmen. Film bir dershanede başlıyor. Öğretmen çocuklara Clinton’un 1994’deki basın toplantısının kasetini gösteriyor. Çocuklardan biri “Engellenemez miydi? Ne yapılmalıydı?” sorusunu soruyor. Bir başka çocuk kızarak “Unut geçmişi. Bunlar artık geride kaldı!” tavrı takınıyor. Öğretmenin soruya cevabı yok. Dersten sonra çocuğun yanına giderek, gerçekten sorunun yanıtını bilemediğini söylüyor.
Evine döndüğünde Tanzanya’da Birleşmiş Milletler (BM) Savaş Suçluları Mahkemesi’nde tutuklu olarak yargılanan kardeşinden gelen bir mektup bekliyor onu. Kardeşi “Bana yazma, gel!” diyor mektubunda. Beraber yaşadığı kadın da gitmesi gerektiğini anlatıyor. Öğretmenin çocukları ve çok sevdiği eşi Joanna’nın kayıp olduğunu öğreniyoruz bu arada.
Film on yıl geriye gidiyor. 2004’de tutuklu bulunan kardeş, Hutu ırkçısı bir radyonun en ünlü ajitatörlerinden biridir. “Haşarat”, “Hamam böceği” olarak adlandırılan Tutsi ve onları destekleyen “Hutu hainleri”ne karşı soykırımın sorumlu ve suçlularından biridir. 2004’de öğretmenlik yapan kardeş ise, 1994’de Hutu ordusunun yüzbaşı rütbesinde bir subayıdır. Bir Tutsi ile evlidir. Ve soykırıma karşıdır. İki kardeşten soykırım suçlusu olanı, ağabeyinin eşi ve iki erkek çocuğunu güvenlikli olan 5 yıldızlı bir otele götürmek için yola çıkar. Akrabalık bağları herşeye rağmen siyasi görüşlerin üzerine çıkabilmektedir. Bu Türkiye’de de çokça yaşadığımız bir fenomen. Subay kardeşin bir de kız çocuğu vardır. Çocuk bir Katolik okulunda yatılı olarak okumaktadır. Onunla ilgili olarak baba çocuğun güvenlikli bir yerde olduğu düşüncesindedir.
Bu ailenin somutunda 1994’deki soykırımın nasıl geliştiğini izleriz filmde. Eşini ve iki erkek çocuğunu kardeşi ile yola çıkaran, kız çocuğunu da Katolik okulunda güvenlik içinde sayan baba kendisi gibi orduda olan ve fakat soykırıma karşı olan bir arkadaşı ile birlikte kendini güvenlik altına alabilmek için yola çıkar. Yolculuk tam bir cehennem yolculuğudur. İyi bir Hutu subay olarak, hainlikten dolayı(!) aranan arkadaşını öldürmesi emri verilir kendine. Beynine silah dayanır. Bu arada yolda insanların nasıl hunharca, gaddarca, barbarca katledildiğini görür, yaşar. İnsanlığından utanır.
Bu arada seyirci onun görmediğini de kızının “güvenlikli” Katolik okulunda görür. Hutu “milis gücü” Interhavme’li çapulcular, ordu önderliğinde kapıya dayanmış, “hamam böcekleri”ni istemektedir! Çocuklar panik içinde saklanacak yer ararken, Katolik okulunun baş papazı çocukları saklamaya çalışan kadın öğretmene, “Çare yok, teslim edelim…” demektedir. Sonra kalaşnikoflu askerler girer çocukların bir bölümünün kadın öğretmenle birlikte sığındığı mekâna. Kumandan emreder “Hutular bir yana, Tutsiler diğer yana”. Kimse kıpırdamaz yerinden. Çocuklar çılgın ırkçılığa karşı sessizce direnirler. Sonra emir tekrarlanır. Yine kimse kıpırdamaz. Çocuklardan biri, “Biz hepimiz biriz!” der. Yumrukla devrilir yere. Öğretmen müdahale eder, yapmayın filan demeye kalkar, midesine yediği dipçik darbesiyle devrilir. Ardından emir bir kez daha tekrarlanır. “Tutsiler bir yana, Hutular bir yana!” Kimse kıpırdamaz. Hepsini tararlar. Kan gölü içinde üst üste yığılır vücutlar. Sonra ellerinde sopalar, maçetelerle İnterhavme milisleri girer içeri. Ordunun başladığını tamamlarlar.
Filmin gelişmesi içinde batının ikiyüzlü tavrı –belgesel bir tarzda, o dönemin basın toplantılarının filmleri üzerinden– gösterilir. Gelişme içinde kaçıncı gün, kaç kişinin öldürüldüğü bilgileri yazılarla verilir.
Yeniden 2004’e döneriz. Eski subay, kardeşinin çağrısına uyup, Tanzanya’daki BM Savaş Suçluları mahkemesine gider. Duruşmaları izler. Onunla birlikte tanıkları, tanıkların ağzından soykırımı dinleriz.
Aslında kardeşini bu soykırımın suçlularından biri olarak gördüğü için onunla hiç görüşmek istememektedir. Fakat sonunda eşinin ve çocuklarının akıbetini öğrenmek için görüşmeye gider. Çocukları yolda taranarak öldürülmüştür. Eşi ise yaralı olarak kurtulmuş, bir kiliseye sığınmış, fakat kilisede de Tutsi olduğu için tecavüze uğramış, eline geçirdiği bir el bombasının pimini çekerek Hutu milislerin içinde intihar etmiştir. “Sometimes in April”de Raoul Peck, yalnızca soykırımı inanılır bir biçimde anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bir soykırımın “adaletli” bir biçimde yargılanmasının mümkün olup olmadığını da sorguluyor. Verdiği açık bir cevap yok. Fakat her halükârda bu yargılamalardan bir sonuç çıkmasa da soykırım tanıklarının tanıklık etmelerinin hem kendileri için, hem gelecek için “unutmamak” için önemli olduğunu söylüyor.
Film “Hiç unutmayın!” çağrısı ile bitiyor. Etkileyici, bir insanlığa çağrı yapıtı Sometimes in April.
Yarışma dışı
Hotel Rwanda
(İngiltere/Güney Afrika/İtalya)
Yönetmen: Terry George
Oyuncular: Don Cheadle, Nick Nolte, Sophie Okonedo, Joaquin Phoenix
Terry George’da Hotel Rwanda ile 1990’lı yılların ortalarında Ruanda’da yaşanan soykırımı konu edinen bir film yapmış. Berlinale’de yarışma dışı gösterildi.
Bir aile. Erkek (Paul Musesabenga /Don Cheadle) Hutu. Ruanda’da halkın büyük çoğunluğunu oluşturan, fakat sömürgecilerin böl-yönet siyaseti sonucu bütün sömürgecilik dönemi boyunca ülkenin yönetiminden uzak tutulan kesimden yani. Kadın Tutsi. Ruanda’da nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan, fakat sömürgeciler onları kendilerine daha yakın buldukları için, ülkenin yönetici elitini oluşturan kesimden. Üç çocukları var. Adam ülkenin beş yıldızlı otellerinden birinde menejerlik yapıyor. Kendisi de elitin içinde. Beyazlar, Tutsiler, Hutular… tanıdıkları hep elit tabakanın insanları. Mutlu bir küçükburjuva ailesi. Paul Musesabenga için siyah, beyaz, hutu, tutsi benlik tanımlama için işe yarayan kavramlar değil. Aile, başarı onun için benliğin esas unsurları. Bir derdi yok. Herkesle iyi geçinir, geçinebilir durumda. Otelin patronları için o yükselen, güvenilir bir yıldız. Filmin girişi mutlu iki aileyi, İngiliz çimleriyle kaplı bir bahçede çocukları ile oynarken gösteriyor. Hotel menejeri Paul’un eşinin erkek kardeşi ve eşi ve çocukları ikinci aile. Akşam evlerine gitme hazırlığı içindeyken dışardan sesler geliyor. Ateş ediliyor. Çığlıklar. Bir askeri birlik bir takım Tutsi komşuları tutukluyor. Ağabey ve eşi ve çocuklar geceyi orada geçiriyor. Evlerine gitmiyorlar.
Gece Paul eşiyle durumu değerlendiriyor. Eşi etkili ve yetkili dostlarını araya sokarak komşularına yardım etmesini istiyor. Paul henüz “hakkın yerini bulacağı” hayalindedir. Tutuklama varsa, bunun bir nedeni de olabilir düşüncesindedir.
1994’te, sömürgeci güçler çekilmiştir. Hutular yönetimdedir. Eski elit tabakanın ulusundan olanlara, Tutsilere baskı uygulanmaktadır. Tutsi azınlık bu baskılara karşı Ruanda Yurtseverler Cephesi adlı bir örgüt içinde yönetime karşı “isyan” etmiş, silahlı mücadeleye girişmiştir. Tutsi’ler ‘isyancı’ olarak ülkenin bir bölümünü elinde bulundurmaktadır. Hükümet ile “isyancı”lar arasında barış görüşmeleri yürümektedir. BM’nin 300 kişilik bir “Mavi Bereliler” barış gücü, barış görüşmelerine aracılık etmekte, bir de ülkedeki beyazların koruyuculuğunu yapmaktadır. Hutular içinde barış görüşmelerinden memnun olmayan, bütün Tutsileri kafaları ezilmesi gereken “haşarat”, “hamam böceği” olarak gören güçlü bir kesim vardır. Ordu içinde güçlü olan bu kesim aynı zamanda Hutu ırkçılarından güçlü bir milis kuvveti, İnterhavme isimli örgütü oluşturmuştur.
Soykırım için ortam hazırdır. Bu ortamı yaratmış olan sömürgecilik ve sömürgecilerdir gerçekte. Fakat şimdi onlar “uygar” batılılar olarak görünürde “barış” istemektedirler. Sömgürgeciler (bu somutta Belçikalılar, başka somutta isimleri Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan vs. olabilir) ülkeye geldiklerinde ülkedeki azınlık etnik gurubun içinden, çoğunluğun ezilmesi için işbirlikçi bir elit yaratmış, etniler arasındaki çelişmeleri alabildiğine körüklemiş, kullanmıştır. Bölmüş ve yönetmiştir. Sömürgeciler geri çekildiklerinde, geride bıraktıkları halklar arası nefret olmuştur. Hutu çoğunluk, ezilmişliğinin horlanmışlığının acısını kendilerinin düşmanı olarak gördüğü Tutsilerden çıkarmak düşüncesine yatkındır. Bu düşüncenin onlar içinde yaygınlık kazanmasının maddi temellerini atmıştır sömürgecilik.
1994’de barış görüşmeleri yürüten Hutu başkanın, barış görüşmelerinden dönüşte uçağı düşürülerek öldürülmesi, soykırım için fitili tutuşturur. Derhal daha önceden hazırlanan biçimde, Hutu milis güçleri yakaladığı her Tutsiyi hunharca katliama başlar.
Katliamın başladığı günün akşamı oteldeki işinden evine dönen Paul, eşi ve çocuklarının yanında bir dizi Tutsi komşusunu evinin kilerinde saklanmış bulur. Oğlu ise ortada yoktur. Daha sonra onu kan içinde evin bahçe çitlerinin arasında bulur. Panik içinde eve taşıdığı çocuğun üzerinden kanları silerler. Çocuk yaralı değildir. Kan başkalarının kanıdır. Korkmuştur çocuk, dili tutulmuştur. Ölümü görmüş, yaşamıştır.
Bundan sonrasında film, Hutu Paul’un komşularını otele götürmesinin, daha sonra oteli –beyaz efendiler oteli ve ülkeyi terk ettikten sonra, otel yönetimi resmen de ona devredilmiş olur– Tutsi sığınmacılara açışının, otelin adeta bir sığınma kampına dönüşünün, Hutulu menejerin ölümü göze alarak, yüzlerce Tutsi’nin hayatını kurtarışının, bu arada yaşanan korkunç bir jenosidin öyküsünü anlatır.
En ağır barbarlık koşullarında bile insanlığını hatırlayan bir insanın öyküsü üzerinden, onun saf bakış açısıyla anlatılan bir öyküdür anlatılan.
Bu arada güya uygar, barış sever, insanlık değerlerini yüksek tutan vs. Batı’nın (ya da bir bütün olarak emperyalizmin) adına konuştuğu tüm değerlerin gerçek anlamının sıfır olduğunu da batı değerlerinin bir savunucusu olan Hutu menejerin gözünden görür ve gösterir film. Emperyalist efendiler için Ruanda’da Hutu ve Tutsilerin birbirini kesmesi fazla önemli değildir. Önemli olan “kendi” vatandaşlarıdır. Onları “kurtarırlar”. Kendi emperyalist çıkarlarıdır. Onlar da Ruanda’da fazla büyük değildir. Bir süre vazgeçebilirler! Öyle de olur. Sonuçta Tutsi nüfusunu bütünüyle yok olmaktan kurtaran BM’nin vb. müdahalesi değil, silahlanmış ve savaşan Tutsilerin kendisi olur.
Film yaşanmış bir öyküyü büyük inandırıcılığı olan bir biçimde anlatmayı başaran her insanı etkileyecek, yer yer insanlığından utandıracak, ırkçılığa karşı mücadeleye çağıran bir film.
Herkesin görmesinde, ders almasında yarar var.
Tickets
(İtalya/İngiltere)
Yönetmen: E. Olmi, A. Kiarostami, K. Loach
Oyuncular: Carlo Della Piane, Valerie Bruni Tedeschi, Silvana de Santis vd.
Bir dizi yarışmada bir sürü ödüllü, sinemayı iyi bildiklerini daha önceki filmleriyle kanıtlamış sevdiğim üç yönetmen yanyana gelip, Innsbruck-Roma seferini yapan bir trende birbirine bağlı üç ayrı öyküyü anlatıyorlar. Her üç öyküde de öyküleri birbirine bağlayan Arnavutluk göçmeni bir aile var. Büyük anne, anne, üç çocuğu. Roma’da bekleyen kaçak babalarına kavuşmak için yoldalar. Her üç öyküde de bu göçmen/yabancılara karşı ırkçı tepkilerle, kimi acıma temelinde olan, kimi ezilmişlerin dayanışması kategorisine giren yaklaşımları şu veya bu ölçüde görüyoruz.
Birinci öyküde Olmi, bizi içine kapanık, 70 yaşlarında yalnız bir profesörün çocukluğa, gençliğe dönüş fantezileri ile tanıştırıyor. Şiirsel, melankolik bir öykü izliyoruz. Öykü göçmen ailenin çocuğuna götürülen bir bardak sıcak sütle bitiyor. Olmi belki de kendini anlatıyor.
İkinci öyküde Kiarotsami dediği dedik, kendisi ile ve dünya ile barışık olmayan, emretmeye alışık cadaloz, yaşlı bir general eşi kadının öyküsünü anlatıyor. Yanında askerlik görevini ‘sivil hizmetli’ olarak yapan ve sözün gerçek anlamında emireri olarak kullandığı bir genç adam var. Öykü genç adamın baş kaldırıp, kadını terk etmesi ile bitiyor.
Üçüncü öyküde Loach, kamerasını Roma’da oynanacak bir futbol maçına gitmekte olan üç Celtic Glasgow takımı taraftarı ile, Arnavut göçmen ailenin ilişkilerine yoğunlaştırıyor. Ailenin Beckham formalı genç oğlu, asl›nda onlarla ezilmişlerin dayanışmasını sergileyen Celtic taraftarlarının birinin tren biletini çalıyor. Yanlarında para olmayan taraftarlar, zor durumda kalıyorlar. Suçlayıp bileti geri alma, ve yardım etme ikilemi arasında gelip gidiyorlar. Aslında yardım edecek fazla imkanları da yok. Yardım etmeleri en azından içlerinden birinin tutuklanması ve maçı görmemesi ile sonuçlanabilir. Buna rağmen sonuçta insanlık kazanıyor. İçlerinden ırkçı klişeleri en fazla tekrarlayanı veriyor biletini. Ve dünyaya iyimser bakışını hep sevdiğim Loach tabii sonunda onların da polis tarafından engellenmesini engelliyor.
Böyle küçük, hoş bir film Ticket. Fazla bir özelliği yok. Olmasa da olur. Hal böyle olunca ve filmi yapan yönetmenlerin daha önce neler yaptığı bilindiğinde bir hayal kırıklığı. Yoksa eh işte.
Forum bölümü
Bulutları Beklerken
(Fransa/Almanya/Türkiye/Yunanistan)
Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu
Oyuncular: Rüçhan Çalışkur, Rıdvan Yağcı İsmail Baysan, Dimitris Kaberidis
Güneşe Yolculuk’tan beş yıl sonra nihayet yeni bir Yeşim Ustaoğlu filmi. Beş yıl bekletti bizi Ustaoğlu. Meraklandırdı. Sonunda “Bulutları Beklerken”le yeniden çıktı karşımıza. Emek dolu, sevgi dolu, akıl dolu bir film Bulutları Beklerken.
Güneşe Yolculuk’ta Yeşim Ustaoğlu bir kimlik/benlik sorgulaması, seyahati içindeydi. Türkiye’de Kürt sorununu, Kürt kimliği sorununu tartışıyordu. Bu tartışma tabii her zaman aynı zamanda egemen ulusun insanının da kimliğinin/benliğinin sorgulanmasıdır.
Bulutları Beklerken’de Yeşim Ustaoğlu Türkiye’deki insanların kimlik/benliklerini araması yolculuğunu sürdürüyor. Bu kez kamerasını Doğu Karadeniz kıyılarına, Pontuslu Rum kimliğine çeviriyor. Yaptığı iş zor ve cesur bir iş. Kutlamak gerek.
Anlattığı öykü, Lozan anlaşmasında “nüfus değiş tokuşu” adı verilen ve yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan eden karşılıklı zorunlu göçten etkilenen Pontuslu Rum bir ailenin, en başta da o aileden bir kadının öyküsü. İrene / Ayşe’nin öyküsü. Zorunlu göç sırasında küçük erkek kardeşi Niko’ya sahip çıkamayan, kız kardeşi ile birlikte bir Türk ailenin evlatlık edindiği ve Ayşe ismiyle önce Mersin’de yaşayan, bir süre sonra yine Ayşe olarak ailesinin yaşadığı topraklara gelip yerleşen İrene olduğunu ancak rüya ve kâbuslarında hatırlayabilen bir kadının öyküsü. Bu kadın zorunlu/zoraki göçten elli yıl sonra birlikte yaşadığı ve son yıllarında sırtında taşıdığı yatalak ablasını kaybedip tek başına kaldığında dünyada, yıllardır bastırdığı “Ben kimim?”, “Niko nerede?”, “Ailemin geri kalanı nerede?” sorularıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu yüzleşmede önce kendisini üzerlenmek zorunda kaldığı sahte kimliğiyle tanıyan, belki seven çevresiyle bağını “Kesin, siz benim yıllardır neler çektiğimi bilemezsiniz!” çığlığıyla kesip tek başına yaylada kalarak “bulutları bekliyor”. Sonra kaldığı kasabaya kendi geçmişini aramaya gelen, Rusya’ya göçmüş olan bir Pontuslu Rum’la konuşmaları ve onun yazdığı bir mektup ertesi ailesini aramak için girişimde bulunma kararı veriyor. Pontuslu Rumların yoğun olarak göçtüğü Selanik’e gidiyor. Film kendisinin varlığından bile haberi olmayan –çünkü Niko’daki resimlerde İrene yoktur– Niko’yu bulması ile bitiyor.
Film sakin ve usta bir sinema diline sahip. Fazlalık yok. Beş yıllık bir uğraşı, çekim ve kesimde düşünülmeden yapılmış hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz. Emeğe saygı duyuyorsunuz. Oyuncuların bir çoğunun yöre insanları olduğunu bildiğinizde ve aksayan bir oyuncu görmediğinizde Ustaoğlu’nun nasıl büyük bir iş başardığını görüyorsunuz.
Bulutları Beklerken, konusuyla ve anlatımı ile iyi bir film. Fakat hem konusu, hem de şimdi beğenisi sinemada Hollywood filmleri ile, tv’de soap operalarla esir alınmış geniş kitle açısından ters gelecek neredeyse hareketsiz anlatımı ile seyri zor bir film. Korkarım “gişe”de başarısız olacaktır.
Ben Bulutları Beklerken’i de gerekli ve cesur bir film olarak sevdim. Herkesin bu filmi görerek desteklemesini isterim.
Yine de bir şeyi söylemeden bitirmeyeceğim:
Güneşe Yolculuk’u, Bulutları Beklerken’den daha çok sevmiştim. Kendi kendime nedenini sordum. Vardığım sonuç şu:
Güneşe Yolculuk’taki kimlik aramasında özellikle Kürdistan’daki resimlerde canlı, sıcak bir renk hakimdi. Bu filme, anlatılan öykü ölümlü ve üzüntü verici de olmasına rağmen, genelde umut dolu iyimser bir hava veriyordu. Bulutları Beklerken’deki hakim renk ve ton gri! Bir sahne var: Kamera yaylada bulutların yavaş yavaş ve fakat engellenemez bir biçimde yaylayı nasıl esir aldığını görüntülüyor. Sinemada ürperiyor, üşüyorsunuz. Gri filme kasvetli, kötümser bir hava veriyor.
Güneşe Yolculuk’ta bir dizi sahnede cıvıl cıvıl bir hareket, hareketlilik, canlılık vardı. Bulutları Beklerken’de hareketsizlik, bekleme hakim.
Güneşe Yolculuk yarına açık ve dönük bir filmdi. Bulutları Beklerken, geleceğe değil, geçmişe bir yolculuk.
Biri olmakta olanı, ikincisi olmuş bitmiş olanı; birincisi geleceği olanı, ikincisi geleceği olmayanı, ölüp gideni anlatıyor.
Fakat her ikisi de Türkiye sineması açısından başyapıtlar içinde.