Hümanizmadan kopuş sürdükçe, adaletin ve aşkın egemen olamayacağını söylediğinde Leman gölün kıyısındaydık.
Martılar uçuşuyor, kuğular oynaşıyor, gölde parıldayan gümüşi yakamozlar gözlerimizi kamaştırıyordu. Doğruluk akıyordu gül ağzından. Aşk ve insanı irdelediğimizde ufkumuzun ve yalnızlığımızın giderek kaynaştığını duyumsuyordum… okyanusların, denizlerin, çağlayan suların, havanın, ateşin ve toprağın aşkın ürünü olduğunu, erdemli olanın her şey demek olduğunu söylerken seni bir ermişe benzetiyor dönüp geçmişimle hesaplaşıyor ve hayata yeniden başlamak istiyordum.
Kaç gün, kaç zaman oldu? kökünden kopmamak için inatla kitaplara sarılıp yutarcasına okumaların? Her korkulu, kederli rüyadan sonra da, yazmaların… Daha çok söyleyeceklerin var biliyorum… Yüreğimizdeki sızıları dindirmek için midir yazmalarımız? Bir okyanusun erişilmez noktasında, yarattığın akvaryuma, sanatın büyüsüne ve erdemli olmanın bilincine sığınmışsın. İçinde bir düş okyanusu yaratmışsın. Karanlığı aydınlatan gülüşlerin, yüksek ideallerin, korkuların ve kaygılarınla aç piranalar arasındasın…
Ay ışığında ya da sabahın alacasında şiirler, öyküler mi tasarlıyorsun hâlâ? Kuralsız böğürtülü kentlerden uzak, akvaryumuna kapanıp kendi yolculuğundasın biliyorum. Ve bilsen seni ne çok özlüyorum. Işıklı bir yolcusun varoluşunun. Yalnızlığını harflere fısıldadığını, geceler boyu kitabeler okuyup zamanda gerisin geri yolculuklara çıktığını, güç olanı seçtiğini ve geriye dönüşü olmayan bir ufka yöneldiğini biliyorum. “Işığın kaynağı aşk ve bilinçtir diyorsun”. İnsandaki ışığa büyük bir heyecanla önem veriyor dış dünyandaki ışık yükselince umutlanıyor alçalınca kaygılanıyorsun. Işık alçalıyor sönecekmiş gibi oluyor ve tekrar yükseliyor… Elbette yazmalıydın maceranı, sen bir ışık yolcusun “Söz uçar yazı kalır ya!” Sanatın, ruh ve beyin yaralarını iyileştireceğini bilerek uğursuzluklara deva olmak istiyorsun.
Yılın son günleriydi kırık bir sabah ışığında buluştuk dokumacılığıyla ünlü o kentin garında. Soğuktu, ellerimiz üşüyordu. Seni ilk gördüğümde, Dicle kokuyordu üstünbaşın, yüzün çok şey söylüyordu. Yeniden doğmuş gibiydik, bütün günahlarımız dökülüyordu saf topografyamızın bahçesine. O büyüleyen gözlerin sevginin ırmağı, sesin bilgeliğin rüzgarıydı. Ve öylesine duru, öylesine içten ki ülkemin tarihiydi yumuşak yüreğin…
Bitimsiz söyleyişimizde yazma eylemin onarıcılığına, imgelerin gücüne, işaret ederken üretmenin yalnızlık gerektirdiğini yineleyip sehla gözlü filozoftan pasajlar okurken, “Yalnızlığımız değerli bir yalnızlıktır” diyordun. Primitif erkeklerin acınacak yaratıklar olduğunu, bunlara ilişen kadınların da şanssız ve günahkar olduklarını, bilge kadınları taşımanın her erkeğin harcı olmadığını, yüksek bir özgüven ve duru bir bilinç gerektirdiğini anlatıyordun ılık sesinle. “Beni yeterince anlayabilir misin?” demiştin.
Ve o gün seninle çok gururlandım, menekşeler açıyordu dokunaklı sözlerin…
İnsanlardan uzaklaşmak istiyorsun, uzaklaştıkça da ışığınla yakınlaşıyorsun aslında. Montaigne’nin dediği gibi “Yalnızlık, bilge kişi için bir gelişme alanıdır, bir kaynaktır.” Geldiğin kentte, intiharlar artıyordu, intihar süsü verilen kadın cinayetleri de… Havalar buğulu, bakışlar hüzünlü, analar ağlaşırdı çaresiz… O özlediğimiz kadim kentin başı dik mağrur kadınısın. Saçları tutuşan analardan, uzaklara bakıp susan ergen kızlardan, gözünü budaktan sakınmayan erkekleri anlatırken, varolma bilincine ulaştıklarında çok şey değişecek diyordun. Acı olanı da, adı yasak ülkede her günü bir başka ezgiye çevirenler teker teker aramızdan ayrılıyordu…
Gece yarısı, kentin derinliklerinden yükselen böğürtüleri dinlerken “Bu ölümler, bu ağıtlar ne diye, neden erişilmedi hâlâ uygarlığa?” derken o şiir ağzınla, ne çok hüzünleniyordun… Aşkta acemiydin, yasak yurdumuz gibiydi sevmelerin. Şimdi çok uzaksın, üreterek daha çok kendinleşiyor ve üretememenin ölüm olduğunu düşünüyorsun. “Her insanın sevgisi bilinci kadardır, bunun ne reçetesi ne de kuralı vardır” diyorsun; sen ki, bilinçten coşan sevgiye inanırsın. Sorumluluğun bir kadın olarak ağır ve zor, şimdi; sorguluyorsun fakat güçlü olsan da aç piranalar arasında yalnızsın… İnandıklarını yaşama geçirmek için didiniyorsun, bilinçle koruduğun dünyanda düşsel yolculuktasın… “Yurdumun özgürlüğü kadar özgürüm!” dediğinde durup düşünüyorum… Haklısın! Ararat’ın doruklarından köpürerek akan pırıl pırıl bir çağlayansın sarsan beni baştan başa ve ruhuma aksan.
Gittin, şimdi gölgen, unutulmayan sözlerin, bir de fesleğen yeşili göle yansıyan bilge gülüşlerin kaldı.
Aydın Dere, 14 Eylül 2004