Korku cesaretin kardeşidir. Korkudan tir tir titrediğimizde, cesaret tutar elimizden, dar geçitlerden kan ter içinde, karanlıklardan yol bulup düze çıkarır bizi.
Cesaretin doruğunda at koşturduğumuzda, korku soğuk bir rüzgâr gibi eser, dondurur yüreğimizi, bir heykele döndürür bedenimizi.
Birinden ötekine geçiş yoktur çoğu zaman. İç içedir ikisi.
*
O, daha küçücük bir kız çocuğuyken kocaman beyaz kurdelesi, kafasındaki kara, bir tutam mısır püskülü gibi tutturulmuş saçlarını sımsıkı sardığında tanımıştı korkuyu; duvarların ardından kin ve nefret dolu sesleri duyduğunda…
Korku o günden sonra en cesaretli anlarında bile, karanlıkta, görünmez ayak sesleri, duyulmaz haykırışlar gibi izlemişti onu. Dönüp baktığında bir kimsesizlikti korku. Yalnız bir boşluk, karanlık bir sonsuzluk, kovalayan ayak sesleri, dört bir yandan, insanın en keskin çığlığını bile yutan, onu yok ederce saran haykırışlar…
*
Boğulur gibi olduğumuz anlarda aldığımız derin bir soluk gibi yardıma yetişse de cesaret, arandığında bir daha ele geçmez, bir yokluk gibi uzaklaşıp gider…
*
Telefonda titrekti annemin sesi, çekingen, hep çocuk kalmış sesi. Anılara dönmek, onun için de nice korku çemberlerini aşmaktı. Kendi ilk analık yıllarına, benim çocukluğuma gitmek, özlemini biraz olsun dindirmek uğruna, yıllar önce kapanmış yaraları açmak bir cesaret işiydi kuşkusuz…
Bulgur Palas’ın müştemilat bahçesine beton dökülmüş, sadece bir bekçi varmış Osmanlı Bankası’nın evlerini bekleyen. Bahçedeki bütün evler de boşaltılmış, konak yetmiyormuş artık tozlu evrakları saklamaya. Bir zamanlar insanların cıvıl cıvıl doldurduğu üç ev, anılarla dolu evler şimdi tozlu kâğıtlar, dosyalar doluymuş. Dili olsa da söylese duvarlar… Nasıl da buruk bir sesle anlatıyordu annem.
Çocukluğumun çiçekli bahçelerine betonlar dökmüşler. Kalın betonlar… Arnavut kaldırımı sokaklara döktükleri asfaltlar gibi.
*
Şimdi buralarda, yağmurdan ıslak asfaltlar üzerinde, çocukluğumun çiçekli, düşlerde kalan anılarından kuru gerçeğe çarpa çarpa yürürken, daha iyi anlıyorum, korkular içinde yaşamanın ne demek olduğunu. Moretti ailesinin yabancı olma korkusunu…
Cerrahpaşa’da, İstanbul’un giderek yoksullaşmış, emekçi insanlarının yerleştiği bu kendi haline bırakılmış semtte nasıl da heybetle yükselir, kentin eskiden masmavi, tertemiz göklerine Bulgur Palas. Kesme kocaman taşlarla örülü yüksek duvarlar sarar, belki de sahibinin hiç oturmadığı bu yapıyı.
Büyük kentlerde, kıyıda köşede kalmış, kimsenin oturmadığı, camları kırık evler vardır. “Perili Köşk” ya da “Cadılar Evi” derler bu yapılara. Bulgur Palas’la ilgili olarak da bunu andıran, gerçekle gerçekdışının birbirine karıştığı yakıştırmalar vardır.
Devrin Osmanlı devlet adamlarından gaddar, cimri, hırslı, hırsız biri -öyle anlatırlar- yaptırmış bu konağı. Uzun yıllar İstanbul’un en yüksek yapısıymış. Devlet adamı, devlet kasasından hırsızlıklar, devlet gücüyle yolsuzluklar yaparak dikmiş konağı. Bulgur depolayıp, dar günlerde tutturabildiğince pahalıya satmış ve o parayla ördürmüş yüksek, kalın duvarları; öyle söylerler…
*
Duvarlar, aşılması güç surlar gibiydi. Kocaman tahta kapının iki kanadı dış dünyayı kapatırdı bize. Dışarıda, renkli düşlerimizden insanlar geçer, sokaklar kıvrılırdı evler arasından. Ama çocukların bizleri de oyuna davet eden bağırtıları, çığırtkan satıcıların mal beğendirmek isteyen sesleri, kalın duvarları aşar, ulaşırdı bizlere de. Kalın duvarların ardındaki Bulgur Palas da dışarıdaki insanların düşlerini süsler, orada oturmak erişilmez güzelliklerle dolu bir ayrıcalık gibi gelirdi onlara. Erişilmesi, elde edilmesi güç herşey gibi. Konuk gelen komşular, kimi akrabalar, merak ve heyecanla dolaşırlardı Bulgur Palası.
Yediveren güllerin, devasa, rengarenk akşamsefaların, hercailerin, yıldız çiçeklerinin, kocaman papatyaların, güzel kokulu karanfillerin doldurduğu, çoğu zaman hafif sulanmış toprak bahçe, gürültülü İstanbul sokaklarından uzakta, huzur verici bir akşamüstü, dingin bir serinlikte çay yudumlamanın doyulmaz olduğu bir içavluydu… Masmavi İstanbul göğü, avlu üzerinde engin bir kubbe gibiydi. Birbirinden güzel üç küçük köşk, sırtlarını kalın duvarlara dayamış, bu bahçeyi paylaşırlardı. Bahçenin ortasında mermer bir havuz, havuzda da her zaman süs balıkları rengârenk yüzerlerdi. Bir tulumbayla çekilen su, yeleli mermer bir aslanın ağzından, kenarları kıvrımlı yine mermer bir yalağa akar, yalağın kıvrımlarından şırıl şırıl dökülerek tazelerdi havuzun suyunu. Yalnız bitkiler değil, bahçenin toprak kısmı da, güneşli günlerde, neredeyse kırmızıya çalan sapsarı bir güzellik olarak süslerdi yeşillikler içindeki çiçeklerle birlikte avluyu.
*
Nasıl dökerlerdi böyle güzel bir bahçenin üzerine, böyle kalın, kaba bir beton…
Annemin sesinde serin akşam üstlerinin özlemi, sulanmış bahçeden dalga dalga yükselen toprak kokusu, öğlen güneşinin ölgünlüğünden akşamın alacasını ışıltılı renkleriyle karşılayan çiçeklerin diriliği, içilen bir yudum çayla paylaşılan acıların, sevinçlerin buruk tadı var…
Anılara gitmek, çoğu zaman, böyle hoyrat betonları kırıp çocukluğun sisli geçmişi ardında, onun serüvenci coşkusunda toprak bir bahçede bir demet papatya toplamak değil midir?
Ne kadar yüksek, ne kadar kalın ve aşılmazdı çocukluğumun kara saçlı, beyaz kurdeleli küçük kızı için Bulgur Palas’ın duvarları. Ağaçlara tırmanır, bir yol bulur çıkardık duvarlara. Oyunların en canlısını, heyecan dolusunu bu duvarlar üzerinde oynardık. Herkesin çocukluğu en güzelidir, en acısıdır, en meraklısıdır, en renklisidir. Bugünkü çocuklar için de öyle olacak… Ama bugünkü çocuklar bilgisayarlarının başından, ekranların karşısından ayrılıp kocaman bir tahta kapının aralığından süzülerek, böyle bir bahçenin büyüsünü, kokusunu, renklerinin güzelliğini tadabilecekler mi?
Benim için de kocaman kapıyı aralayıp dışarı çıkmak erişilmez bir mutluluktu. Ancak akraba ziyaretlerine ya da gezmeye gittiğimizde tadabilirdik, dış dünyanın bilinmezliklerle dolu, meraklar uyandıran bu duygusunu…
Bulgur Palas’tan Arnavut kaldırımı bir yola çıkılırdı. Sonra sağa kıvrılır, tatlı meyilli bir caddeden Aksaray’a inerdik. Her iki yanında, ahşap cumbalı evlerin, kâgir binaların dizildiği, kocaman ağaçların serinletici gölgesinde, parkeli, Arnavut kaldırımlı yollardan Yenikapı’ya yürür, tramvaylarla İstanbul’un başka semtlerinde oturan akrabalarımıza giderdik. Ya da bir kır kahvesine, deniz kıyısında bir bahçeye kendimizi atar, bazen de sandal gezileri yapardık.
*
Türkçemizi hiçbir zaman düzeltme gereği duymamıştık diyor annem. Bizim için zorunlu bir yabancı dildi çünkü. Dilimizden, hangi yöreden geldiğimizi, hangi halka, hangi kültüre ait olduğumuzu çözmek bir bilmece değildi. Ne okul, ne çevre anadilimde düşünmemi ve o düşünceyi Türkçeye çevirerek konuşmamı engelleyebilmişti. Belli ki Madam Eleni de -karşı komşumuz- Rumca düşünüyor, Türkçe konuşuyordu. Daha taşındığımız ilk günden başlamıştı yıllar sürecek dostluğumuz, Madam Eleni ile…
*
Avluda üç aile otururduk. Büyük tahta kapıdan bahçeye girildiğinde, sağ yandaki evde Madam Eleniler, onların sağda karşılarında Halise Hanımlar, solda karşılarında biz otururduk.
Mösyö Pepo İtalyan, eşi Eleni Rumdu.
Halise Hanımlar Bulgaristan göçmeni Türklerdi. Bizimkiler ise Kürdistan’dan kopup gelmişlerdi İstanbul’a. Ailelerin erkekleri Osmanlı Bankası’nın memurlarıydı. Bir de bekçi Hüseyin Efendi vardı. Bulgur Palas’ın bahçesine açılan kapının iki yanındaki kulübelerden bizim eve yakın olan sol taraftaki kulübede oturuyordu. Bulgur Palas’ın yüksek duvarları, çevredeki komşuların biraz da kıskançlıkla düşündükleri gibi, zengin aileleri değil, yurtlarından kopup gelmiş insanların, ya da öz topraklarında yabancı, azınlık durumuna düşürülmüş insanların trajik yazgılarını, acılarını, korkularını, umutlarını çevreliyordu buradaki tek tek insanların kimliğinde… Bu insanların ne Bulgur Palas üstüne uydurulmuş hikâyelerdeki zenginliklerle, ne de Osmanlı Bankasının kasalarındaki paralarla ilgileri vardı. Dışarıda, komşuların çoğu için, aşamadıkları bu kale duvarlarının arkasında yaşayanlar, Hıristiyan zengin Rumlar, varlıklı Kürt toprak beyleri, paralı banka şefleriydi buradaki insanlar… Hele bazı mahalle sakinleri, kin, haset, öfke ile bakarlardı kendileri gibi emeğiyle geçinen bu insanlara. Binde bir dost bir gülümseyiş yakalanır, mahallenin Rum bakkalı Michali -ona Türkler İsmail adı vermişlerdi- ile dostça bir iki laf edilebilirdi.
Rumlar, İstanbul’un hiçbir zaman sahibi olmayı becerememiş olan çoğu Türk’ün gözünde -orada yaşamayı çok iyi bildikleri için olsa gerek- sömürücü, zengin, sıkılıp atılması zorunlu bir ur olarak görülürlerdi.
O yıllarda, baskı altında yaşamaktan kurtuluşu büyük kentlerde arayan Kürtler de akmaya başlamışlardı İstanbul’a. Dersim İsyanı’nda aldıkları yaraların kanı durmamıştı daha. Büyük kentler de bir kurtuluş değildi. Oralarda da insanca yaşamaya hakları vardı denemez.
Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar kızıştıkça, İstanbul’da Rumlar alıyordu baskıdan, zorbalıktan payını.
Belki de -ya da mutlaka- bu yüzden Madam Eleni ile annem arasında derin bir bağ kurulabilmişti. Ne olursa olsun, bahçede tüm komşular, bu derin dostluğun çevresinde birleşiyor, ortak yaşamı güzelleştirebiliyorlardı. Birbirlerinin sofralarında bir bardak sıcak çay, bir fincan kahve ile derin sohbetlere dalabiliyorlardı. Hele yaşlı Hüseyin Efendi, gâvur-Müslüman demeden, Madam Eleni’nin sofrasında, bir dost sıcaklığı bulabiliyordu. Bulgur Palas’ın devletli sahibinden, yaygınlık kazanan hikâyelerden sanki sadece karanlık, eski ve sağlam duvarların ardındaki bu bahçenin güzelliği, sıcak ve dost yüzü değil, duvarların önlemeye çalıştığı bir korku, pusuda bekleyen bir kin de miras kalmıştı.
*
Hangi büyük yapıya bakarsanız bir duvarla çevrili olduğunu görürsünüz. Çoğu zaman baskı ve soygun taşlarının ter ve acıyla üstüste konmasıyla oluşur bu duvarlar. Bu kalın ve yüksek duvarlar, sanki, içerde hırsızlıkla meydana getirilmiş güzellikleri gözlerden gizlemek, bunları insanlardan haksızlıkla elde edenlerin yüreklerindeki korkuyu biraz olsun dindirmek için örülmüşler gibiydi.
Duvarlar ne kadar yüksek, ne kadar kalın, ne kadar aşılmaz ise o kadar büyük korkusu olmalı Bulgur Palas’ın devletli sahibinin. Ama bu korkunun da uzun yıllar insanları yönettiği açık. Korku değil mi hâlâ dünyanın çoğu yerinde yöneten? İşin acısı orada oturan memurlara da bir ceza olarak kalmış bu korku, bu güzel yerde oturmanın bedeli. Bu korku yetmiyormuş gibi, bir de Kargı Sokağı’ndaki büyük kapının hemen bitişiğinde eski bir mezarlık vardı. Duvarlarla çevrili, duvarların üzerinde de yüksek, eski, paslı demir parmaklıklarla aşılmaz bir mezarlık. Arapça yazılı, kavuklu, beyaz mermer taşları, sağa sola eğrilmiş, neredeyse kendi boylarını aşan, belki de yıllarca el değmemiş yaban çalıları, otlarıyla sarılmış, kocaman, hiç budanmamış ağaçların loş, ürküntü veren gölgeleriyle karanlık, büyülü bir mezarlık.
Mezar taşları, sanki, gecenin karanlığında bin yıllar gerisinden beyaz kefenleriyle çalılar arasında kıpırdayan ölülerdi.
Duvarların üzerinde oynadığımızda, hele birkaç kişi değilsek, hiç gitmezdik o yöne.
Müştemilat bahçesindeki iç kapıyı açıp asıl konağın bulunduğu büyük bahçeye geçmek de ürküntü verirdi insana.
*
Korkular içinde geldim yurtdışına, bir orta Avrupa ülkesine. Bu topraklardan her an atılabileceğini düşünmek, birden duygu ve düşüncelerini bir başka dilde -bir kelime bile bilmediğin bir başka dilde- anlatmak ne kadar zor gelmişti ilk günler. Bir gece karanlığında evin çevrilebilir, kapın kırılabilir, olan olabilirdi…
*
Biliniyordu olabilecek her şey…
Büyüklerimizin yüreğinde, sokağı sarmış bir yangının bizim evimizi de tutuşturabileceğini düşünme paniği, önlemler alıp zararsız bir yangından geçmenin zayıf umudu çarpışıp duruyordu. Hele Hüseyin Efendi’nin de soyacak bir Rum evi araması nasıl sarsmıştı büyüklerimizi. Soymayı tasarladığı Rum da, her gün sofrasında sıcak bir şeyler yiyip içtiği Madam Eleni gibi biri değil miydi? Dersim katliamının ateş çemberlerinden sıyrılıp gelen ailemizi, büyüğünden küçüğüne sarsıyordu anlatılanlar, planlanan saldırılar. Evi soyulacak, belki dövülüp öldürülecek Rumlar, bizim için her derdimize koşan Madam Eleni’lerdi, Aki’ydi. Onlar da biliyordu ve bekliyorlardı belki. Büyüklerimiz konuşmuşlardı olacaklar üstüne mutlaka. Yoksa da gazetelerde halkın nabzını elinde tutanların sözleri kara manşetlerle yayınlanıyordu. Halise Hanım’lar çoluk çocuk renk ve koku vermez bir biçimde kapanmışlardı içeri, içlerine. Yaşlı bekçi Hüseyin Efendi, belki de ömrünün son günlerini, bir Rum evinden alacağı üç beş mücevherle, biraz daha iyi geçirebileceğinin düşleri içindeydi.
Biz, iki aile, yaklaşan bir fırtınanın zararlarından en az kayıpla sıyrılabilmenin sessiz telaşı içinde, bir yazgıya boyun eğmenin, ya da başkaldırmanın çaresizliği ile konuşmadan anlaşmıştık sanki.
Bin yıllardan beri öz yurtlarında yurtsuz bırakılmış bir eski komşunun çaresizliğiydi bu.
*
“Bu toprakla yoğrulmuşuz biz
Bu toprak hem onların hem bizim
Hiç kimse bu toprağı alamaz elimizden.”
*
Biz çocuklar o her gün ayrı bir yaratıcılıkla tırmanıp üzerinde oynadığımız, ağaçlardan meyveler koparıp yediğimiz, çitlenbiklerle patlangaçlar patlattığımız duvarların üzerinde neşesiz; korkuyla sokağa, insanlara bakıyor, duvarların üzerine yüzükoyun uzanıp kederleniyorduk. Kimi zaman bizi dünyadan ayırdığı için kızdığımız bu kara yüksek, güçlü duvarlar şimdi biraz da olsa güven veriyordu bize. Bizi koruyacak bir kale gibiydi sanki.
*
Nihayet olan olmuş, Kıbrıs’taki gerginliğe yeni bir olay tuz biber ekmiş, 1955’in o 6 -7 Eylül günlerinde Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalanmış diye haberler gazete manşetlerine geçmişti. Vay İstanbul Rumlarının başına… Vay zavallı azınlıklara.
O gece eve erkenden gelinmiş, yemek yenmiş ve bir bekleyiş içinde kapanılmıştı evlere. Halise Hanımlar tası tarağı toplayıp Bursa’ya akrabalarına gitmişler, Hüseyin Efendi o gün erkenden torbalarını alıp uygun bir Rum evi bulmak için çıkmıştı dışarı. İki aile kalmıştık koskoca Bulgur Palas’ın müştemilat bahçesinde. Ben, ağabeyim, Aki, annelerimiz, babalarımız.
*
Avlunun en güzel evi Aki’lerin eviydi. Kimbilir, Bulgur Palas’ın devletli sahibi belki de onu, evinin kâhyası için düşünmüştü. Evin bir penceresi sokağa bakıyordu. Avluda sokağa bakan tek ev oydu. İçi ve dışı renkli güzel çinilerle döşenmişti. Evin giriş kapısının hemen yanında insana biraz ürküntü veren bir selvi ağacı vardı. Bir ölüm sessizliği verirdi ağaç kimi geceler avluya.
Karanlık bastığında sokaklardan insan sesleri, bağırtılar gelmeye baş1adı. Büyüklerimizin bütün çabalarına rağmen uyumamıştık. Giderek büyüyüp yükselen gürültü gelip dayandı Bulgur Palas’ın büyük tahta kapısına… ” Gavurlar çıkın dışarı, Türk düşmanları” bağırtıları arasında kapı gümbür gümbür dövülmeye başlandı. Galeyana gelen, sırtlarında torbaları, sepetleriyle, ellerinde sopaları, hançerleriyle çapulcular durdurulmaz bir kinle içeri girmek istiyorlardı. Onları azdırıp saldırtan karanlık eller birer gölge gibi sinsi belli belirsiz, görünmez olmuştu.
Ne devlet vardı önleyecek, ne halk. Herşey bu azdırılmış kalabalıktı. Bulgur Palas ölüm sessizliği içinde. Annem ve babam ellerinde Türk bayrağı, kimlikleri, büyük tahta kapının arkasında dışarıdaki kalabalığa boşuna seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Biz de peşlerinde. Sonra korku içinde tüm ışıkları sönük Aki’lerin evine giriyoruz. Madam Eleni hıçkırıklarla boğulacak gibi, sesler çıkarıyor.
Mösyö Pepo korku ve telaş içinde her biri Aki’yi bir kolundan çekip kucağına almak istiyor. “Oğlum benimle beraber ölsün” diyor. Babam korku ve acılar içindeki ana babayı yatıştırmaya çalışırken annem Aki’yi kapıyor “Madam, ölürsek beraber ölürüz ne yapalım” diyor. Birden, nedense, hep beraber sakinleşiyor, birlikte olmanın verdiği garip bir duyguyla oturuyorlar. Bizler, çocuklar merakla izliyoruz büyükleri.
Dışarıda, uzaklaşan sesler korkuyu sanki birlikte alıp götürüyormuş gibi zayıflıyor, karanlığa karışıp gidiyor. Işıkları yakmadan pencereden bakıyoruz. Yer yer alevler içinde evler, rüzgârın getirdiği yanık kokusu…
Yangınların korku veren, hoş olmayan kokusu. Her şeye rağmen, daha korku ve bilinmezliklerden kurtulamamış olmamıza rağmen ne kadar süreceği belirsiz bir sevinç kıvılcımı düşmüştü yüreklerimize. Hepimiz birlikte kalkıp bizim eve gittik. “Eğer bir başka çapulcu güruhu gelirse bizim evimizde saklanırsınız, evinize, eşyalara ne olursa olsun.”
Bizim evimizde daha büyüklerimiz kahvelerini yudumlamadan Bulgur Palas’ın arka kapısı çatırtılarla devrilmiş, çapulcular gürültü ve bağırtılarla girmişlerdi büyük konağın bahçesine. Boş evrak deposu olarak kullanılan Bulgur Palas ilgilendirmiyordu onları. Gelmiş müştemilat bahçesini konak bahçesinden ayıran kapıya dayanmışlardı. Annem, korkudan zangır zangır titreyen Madam Eleni’yi, kocasını, Aki’yi, ağabeyimi, beni evin karanlık bir bölmesine saklamak istedi. Ama korkunun bu kadar çoğu insana cesaret veriyor olsa gerek, saklanma gereği duymadan hepimiz olacakları bekliyorduk. Bu arada babam bütün ışıkları yakmış, ara kapının yanındaki nöbetçi kulübesine merdiveni dayamış, kulübenin damına, oradan da iki bahçeyi ayıran kalın duvarın üzerine çıkmıştı. Elinde Türk bayrağı, kalabalığa seslendi “Derhal çıkın buradan, şimdi telefon ettim polise. Burası Osmanlı Bankası ve biz de Müslümansız ne istiyorsunuz? İsterseniz bekleyin görün olacakları.” Bir ara ne yapacağını bilmez durumdaki insanlar, yavaş yavaş çekilip gitmişler. Sonra annemle babam ara kapıyı açıp konağın büyük bahçesine girdiler ve yan sokaklardan birine açılan ana bahçenin kırık kapısını birkaç kalasla yeniden tutturmaya çalıştılar. Artık, herhalde tehlike kalmamıştı bu gecelik.
*
Evimizin altında bir oda kanaryalara ayrılmıştı. Yüzlerce altın sarısı kanaryayı bahçeye bakan pencereden seyreder, kuru ağaç dallarında uçuşup durmalarını izler, cıvıltılarını dinler, bir masal dünyasının düşlerine dalar giderdik. Bu kanaryalar Osmanlı Bankası’nın şubeleri için yetiştiriliyordu belki de. Bakımından bekçi Hüseyin Efendi sorumluydu. Kapısı dışarıya açılan bu odayı geçtikten sonra bizim oturduğumuz evin kapısı gelirdi. İçeri girildiğinde sağ tarafta mutfak, solda tuvalet, ikisinin arasından da bir merdiven üst kata kıvrılarak giderdi. Üst katta bir salon iki yatak odası ve bu odaların yan duvarlarında da oldukça eğri çatı nedeniyle, gömme dolaplar, karanlık bölmeler vardı. Her zaman gizlendiğimiz, yaratıcı türlü oyunlarda kullandığımız bu karanlık odalarda, bir gün titreyip ağlaşan insanların saklanmayı düşüneceği hiç aklıma gelmezdi.
Ertesi gün, taptaze bir eylül güneşiyle uyandığımızda, farkında değildik biz çocuklar, bugünden itibaren hayatın nasıl değişeceğini. Toz toprak içinde akşamı edip tulumbadan su çekmek, yine güzeldi. Pırıl pırıl akan suyun serinliğini elimizde duymak… Ellerimizi, yüzümüzü, ayaklarımızı tulumbanın suyunda yıkadık, günün kirini orada bırakıp yorgunluğuyla çekildik evlerimize. O akşam birlikte beş çayı içilmedi. Kafamızdan silinip giden dün geceki korku verici olaylar, büyüklerimiz üzerinde derin bir üzüntü, bizim bile sezdiğimiz bir korku ve güvensizlik duygusu uyandırmıştı. Hüseyin Efendi’nin ne gece geç gelişinin ne de ertesi sabah Bulgur Palas’tan çıkıp gidişinin farkına varmıştık. Olanlar Bankaya da haber verilmişti. İki bahçeyi birbirinden ayıran kapı açık, marangozlar, duvarcılar konak bahçesine sağlam yeni bir kapı yapmakla meşguldüler.
Biz çocuklar için yeni bir eğlence başlamıştı. Aki, ağabeyim, ben büyük bahçede oynadık o gün. Kenarları oymalı mermer kemerlerle süslü, üzeri mermer kapaklarla kapalı sarnıçları yüzükoyun yatıp kulaklarımızı dayayarak dinliyor, hayallerimizin ürünü uydurmaları anlatıyorduk birbirimize. O sarnıçlarda cinler şarkılar söyler, cadı rüzgârları eserdi. Bu uğuldayıp duran sarnıçların kapağını açmak yasaktı bize. Açarsak mutlaka uğultular içinden bizi yedi kat yerin dibine götürebilirlerdi cadılar, cinler.
Duvarcıların, marangozların gürültüleri arasında, bizler, Bulgur Palas’ın kuzeye bakan köşedeki büyük giriş kapısı önünde iki tarafa zarif bir meyille kıvrılan mermer merdivenlerde atlıyor, mermer tırabzanlarda kayıyor, bir taraftan tırmanıp öteki taraftan iniyorduk. Sonra, Bulgur Palas’ın etrafında koşup, pek seyrek girdiğimiz bu bahçenin tadını çıkarıyorduk. Bulgur Palas’ın bahçesi güney yönünde Marmara’ya doğru çok yüksek bir duvarla biterdi. Uzayıp giden bir teras gibiydi bu bölümdeki bahçe.
Sağ tarafında asmalarla sarılı bir veranda vardı. Ancak misafirlerle ya da tatil günleri cümbür cemaat gelinen ve çay içilen bu çardakta şimdi Madam Eleni ile annem çay içiyor, dertleşiyorlardı.
Bizler, bir fırsatını bulur her seferinde, bir yamaca inen bu duvarlardan fışkıran çalılara tutuna tutuna inip, Marmara denizine kadar uzanan bahçelerdeki ağaçlardan meyveler toplamaya, nedense bugün keyifli değildik.
Hele akşamüstü sokağa hep birlikte alışverişe çıktığımızda, bakkal İsmail’in yağmalanmış dükkanını, kırılıp dökülmüş rengârenk akide şekeri dolu kavanozları gördüğümüzde nasıl kanadı kırılmıştı büyüklerimizin.
“Yollarımızı ardımızda bir yük gibi taşıyoruz.”
*
Annem çocukluğumun geçtiği yerlerin fotoğraflarını çekip gönderiyor bana. Lodoslarda Marmara denizinin deli dalgalarını seyrettiğimiz o küçük çardak da yok şimdi yerinde. Annem de değer verdiği, anılarının geçtiği, yaşamından izler taşıyan, yaşamında yeri olan köşenin yok olup gitmesinden duyduğu kederi sezdirmemeye çalışıyor telefonda bana. Bulgur Palas’ın resmini çekmek çok zormuş, ya helikopterlerle gökyüzünden ya da Cerrahpaşa Camiinin minaresinden belki.
Evimize, köyden ya da mevsimlik işçi olarak İstanbul’da iseler, Ali amca ve ağabeyi gelirlerdi. Biri saz çalar, öteki küçücük bir kemençe. Kürtçe şarkılı halk hikâyeleri anlatırlardı. Annem ve babam hem hasret giderirler, hem de bizlere bu şiir yüklü yasak zenginliği tanıtmak, bizi bu gizliliğe ortak ederek onları benimsememize çalışırlardı. Bu şarkılı günlerin bantlarından bazıları daha bir yerlerde. Ulaşır mı elime bilmiyorum.
*
Halise Hanımlar Bursa’dan döndüler, şımarık torunu Sevda yine aramızda. Hüseyin Efendi de görünmeye başladı ortalıklarda. Bir durgunluk, bir suçluluk duygusu var herkesin yüzünde. Madam Eleni’yi artık bahçede görmek mümkün değil. Biz çaya onlara gidiyoruz. Madam Eleni annemle beraber ciddi konulara dalıp konuştuğu sırada biz, ağabeyim, Aki ve ben evin alt katındaki banyoda sabunlar köpürtüyor, tel halkaları köpüklü suya sokup, balonlar uçuruyorduk. Ya da Aki’nin pilli telgrafıyla odadan odaya yer değiştirerek oynuyoruz.
Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum, kederli haberin evimizi sessizliğe, üzüntüye boğduğu güne kadar.
Aki’ler taşınacak…
Bankaya dilekçe vermişler. Rumların çoğunlukta olduğu bir İstanbul semtine taşınacaklar. Soyulmuş dükkânların, evlerin, ikonaları kırılmış bir kilisenin bulunduğu bir semte.
Taşınma hazırlıkları çok kısa sürdü. Bir kısım eşyalarını bizim eve bıraktılar, günün birinde gelip almak üzere.
*
Şimdi nasıl yüreğime çöreklenip oturuyor acısı, her şeyini bırakıp bir yerde, bir başka yere gitmek, orada var olmaya çalışmak. Yaşadıklarım, beni çocukluğuma Madam Eleni’lerle vedalaşma günlerine götürüyor.
*
Bir tatil günüydü…
Kendimizi bildik bileli girmediğimiz köşesi, tırmanmadığımız duvarı kalmamış bu yerler, hepimize daha başka görünmeye başlamıştı o günlerde. Hep birlikte oymalı mermer tırabzanları tırmanıp girdik konağa. Şimdi bizi ne sığınaklara götüren karanlık merdivenler, ne her katta yer alan sayılarını bilmediğimiz kadar çok odalar, ne de bildiğimiz sayıların saymaya yetmediği kadar çok merdiven basamakları ilgilendiriyordu.
Büyüklerimizin yüzlerindeki üzgün ve ciddi ifade bütün haşarılıklarımızı içimize boğmuş, durgunlaştırmıştı bizi. Başka günlerde olsaydı, büyüklerimiz dinlene dinlene merdivenleri tırmanırken, bizler masal şatolarında kırk odadan birine saklanmış güzel bir prensesi, ya da prensi arar, gülüşür veya kapısını açtığımız odaların hangisinden bir devin, ya da bizi büyüleyecek bir cadının çıkacağı korkusunu taşırdık birbirimize. Birkaç kat tırmandıktan sonra yeniden bir macera duygusuna kapılır, yine dalardık o oda senin bu oda benim kovalamacasına. Bir yerden bulduğumuz bir tebeşirle kaybolmamak için işaret çizerdik koridor duvarlarına. Dışardan sarı tuğlalar ve mermerlerle örülü, oyma mermer balkonlu bu bina, içerde aydınlık ve ferah, denize ya da bahçelere açılan odalarla doluydu. Şimdi anımsayamıyorum altıgen mi, sekizgen miydi bina? Ama tozlu dosyalarla, evraklarla doluydu odaların çoğu. Bir de daha kullanılmamış çok köşeli siyah, beyaz, kahverengi, damarlı mermer taşlar, binbir güzellikte desenlerle işli, dört köşe, altı köşe harikulade çinilerle doluydu. Sanki daha yapımı bitmemiş, telaşla bırakılıp kaçılmış gibi bir havası vardı konağın. Şimdi düşünüyorum da haksızlık ve zorbalıkla işgal edilmiş topraklardan çıkıp gitmek zorunda kalan Osmanlılardan geriye kalmış yerlerde insanların söylediği acı dolu, buruk bir sevinç şarkısı gibi.
Sahibinin düşlerinde Bulgur Palas’ın önündeki Marmara’ya bakan terastan denize kadar bir kanal açmak ve deniz yoluyla konağa gelmek yatıyormuş. Gerçekle masal birbirine karışmış söylentilerde.
Sonunda çıktık Bulgur Palas’ın tepesindeki kara fötr şapka biçimindeki çatıya. Yuvarlak kısımdan çepeçevre pencereler açılırdı etrafı saran yuvarlak balkon gibi çıkmaya. Küçük kapıdan çıktık, insanın başını döndüren korkuluksuz balkona. Marmara denizini Kızkulesi’ne, Adalara, Anadolu yakasına bulutsuz havalarda belki Yalova’ya kadar en güzel buradan görebilirdi insan. İstanbul’u tepeden, göz alabildiğine uzaklara dek buradan seyretmek mümkündü. Burada insan kendini gökyüzüne en yakın hisseder, düşlerinde rüzgârlara kapılıp gidebilirdi istediği yerlere.
Bir saat kadar süren tırmanmadan sonra temiz hava ile kendimize gelmiş sonra da bir solukta inivermiştik bahçeye. Bir süre köşedeki çardakta oturduktan sonra döndük evlerimize. Ertesi gün önce Türk komşuların bazıları sarmaş dolaş vedalaştılar Madam Eleni’lerle, sonra bizler gözyaşları içinde yolcu ettik bu sevgili insanları…
“Bir dalımız kesildi ve ateşe atıldı.”
Banka onların evini bize verdi, bizim eve de yeni komşular Fatma Hanımlar taşındılar. Hele bu eve taşındıktan sonra Aki’ler bizi hiç yalnız bırakmadılar. Mutfakta, oturma odasında, banyoda Aki’nin gölgesi hep bizimle oynardı. Konuşma konularından biri Morettilerdi.
Bir gün Madam Eleni, Aki bize geldiler, ardından da birkaç hamal ve bir kamyon. Eşyalarını kimi komşuların aç gözleri arasından alıp gittiler. Bu onların Bulgur Palas’a son gelişiydi. Sonra biz onları Cumhuriyet Caddesi’nde Divan Oteli’nin hemen yakınındaki evlerinde ziyarete giderdik. Yıllar sonra annem bir hastane odasında görüşmüş Madam Eleni’yle. İkisi de hasta. Fransız Pastör Hastanesinde -banka memurları ve yakınları orada tedavi görürdü- birkaç gün beraber olmuşlardı. Madam Eleni öldü orada. Bu bizim için büyük bir acı oldu. Sonra bir gün bir akraba ziyaretine gittiğimizde onların kapısından geçerken zili çalmak istedik. Adları yoktu zilde. Sorduk, Mösyö Pepo da ölmüş. Halaları Aki’yi alıp İtalya’ya götürmüşler.
Akrabalarımıza nasıl gittiğimizi, eve nasıl döndüğümüzü hatırlamıyorum, ama bu acı içimize çöreklendi, kaldı. Yıllar geçti, Bulgur Palas’tan başka bir eve taşınıp sonra yine aynı semtte bir eve yerleştik. Bulgur Palas’ın birkaç sokak aşağısında. Zaman zaman Bulgur Palas’taki eski komşularımızı ziyaret eder, çocukluğumuzun sevinçlerden çok acılarla dolu anılarına dalardık.
*
Anneme telefonda söylüyorum. Bir düş gördüm; ölümü, bitmez tükenmez yolları, başeğmez bir kadın sanatçıyı, bir can arkadaşı düşünüyorum. Ölümüyle birlikte yüreğime daha da yerleşip yaşayan, beni hiç yalnız bırakmayan bir arkadaşı…
“Açık bir meydandayım. Bir köşesine küçük bir sahne kurulmuş. Sahnede biri elinde bir keman, acıklı bir öykü anlatıp çalıyor. Kemanın sesi hafif ve derinden geliyor. Ne müziğin, ne de anlatılan öykünün inceliğini, dramını anlıyor kalabalık. İnsanlar kendi aralarında kıpır kıpır, hareketli… Kalabalığın içinde bir kız çocuğu, eski uygarlıklardan bir şiir gibi ince, duyarlı bir kız, müziği dinliyor ve müzikle anlatılan öyküyü tümüyle yaşıyor. Kalabalık ne müziğin, ne de kız çocuğunun farkında. Kız çocuğu acılar içinde kıvranıyor. Keman sesi kesiliyor. Aynı anda bütün olayı birlikte yaşayan kız da sessizce, kimse farkına varmadan orada ölüyor.”
*
Çok sarsıldım. Günlerce sürdü içimde acısı.
Acılardan söz ederiz çoğu zaman, bizi kasıp kavuran acılardan. Ama başkaları da o anda aynı acıları çekiyor, ölüyor olabilir burnumuzun dibinde. Kim farkına varabilir, kendi dışında da insanların acı çekebileceğinin. Kim farkına varabilir, serin bir iç avluda kızıl bir gülün ağladığının.
*
Moretti’lerin anıları yüreğimizde hep taze olduğu için Bulgur Palas’a olabildiğince seyrek gider, daha çok komşularımızı bize davet ederdik. Komşumuz Fatma Hanım bir gün bizi çok şaşırtan, sonra da üzüntüye boğan bir haberle geldi. Aki gelip bizi aramış, Fatma Hanım da nerede oturduklarını bilmiyorum deyip savmış onu. Kimbilir hangi düş kırıklığıyla dönmüştür Aki İtalya’ya. Acılar dolu çocukluğunu, korkularını, annesini, babasını bıraktığı İstanbul’da, aramaya geldiği çocukluk arkadaşlarını bulamadan nasıl kimsesiz dönmüştür. Fatma Hanım’ı hiçbir zaman affetmedim çocukluğumun sevgili arkadaşına yalan söylediği için. Şimdi ben peşindeyim Aki’nin. Hangi kentindedir İtalya’nın, -kısaltılmış bir ad Aki- ön adı nedir?
Annesinin ölümünden sonra bir gün onları ziyaret etmiş, birlikte buğday tarlaları arasında yürümüştük. Çocukluk sadece sopalarla, zincirlerle, soygun çuvalları ve sepetlerle kara yüksek bir duvarın ardından gelen kin dolu seslerin uyandırdığı korku değil; çocukluk, sapsarı bir güneşin kavruk sıcaklığı altında bir buğday tarlasının ortasından uzanıp giden toprak bir yoldan el ele koşmak da değil midir?
Aki’yi bulmak, kimbilir birlikte yine buğday tarlaları arasında yorgun bir bedeni taşımak, yüreğimizde çocukların koştuğunu duymak ne hoş olurdu.
EMİNE ERDEM