Bu yazıda yukarıdaki başlığa uygun olarak bu üç “D”yi içiçe ele alıp incelemeye çaba sarf edeceğim.
17-18 Ağustos 1999’dan bugüne kadar bu üç “D” ile ilgili olarak çok şeyler yazıldı, söylendi ve görüntülendi.
Türkiye 17 Ağustos’ta DEPREM’le sarsıldı, ölü sayısının onbinleri aşmasının, yüzbinlere varan yaralı sayısının, milyarlarca dolar maddi kaybın temelinde DÜZEN’deki bozukluk yatmaktaydı. O büyük ve güçlü gösterilen DEVLET, bu felakette tüm kurumları ile kof olduğunu kanıtladı.
DEPREM nedir? Bu konuda iki temel zıt yaklaşım vardır. Birinci temel yaklaşıma göre; tanrının insanları cezalandırmasıdır. Bunlar için tüm felaketlerin hepsi böyledir.
Mitolojide, tanrılardan ateşi çalan Prometeus’a tanrıların öfkesini Hesiodos şöyle dile getirir;
“Fakat Zeus gizledi geçimi öfkelenince yüreği
Aldattığı için onu Prometeus’un düzeni
Bu yüzden insanlar için acılar tasalar buldu
Şöyle dedi öfkeyle bulut toplayıcı Zeus ona:
İapetes oğlu, çok bilmişlikte olmayan eşi.
Seviniyorsun ateşi çaldığına, aldattığına beni
Fakat büyük dert açacağım gelecekteki
insanların başına
Onlara ben ateş yerine bir afet yollayacağım, hepsi
Hepsi neşelenecek yürekten
okşayıp severek afetlerini.”
(Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, sf. 37)
Tanrıların cezası olarak kabul gören afetler karşısında, binlerce yıldır, tanrı veya tanrılara yakarılarak teselli bulunmakta, bu anlamda bilerek veya bilmeyerek insanlar çare arayacaklarına, afetlerini yürekten okşayıp sevmektedirler. Yine mitolojide yerin sarsıntısı Poseidonun işi olarak görülür. Bu anlayışa göre İnsanların kaderi önceden yazılmıştır, bundan sapmak mümkün değildir. Büyük ozan Homeros Odysseia’da, “Sonra ne gelecekse başına gelsin, kader ipliğini büken güçlü tanrılar ona anasının karnında doğduğu gün hangi kumaşı dokumuşlarsa onu giysin” derken 4 bin yıl önce bu temel yaklaşımı dile getirmiş, korku ve tapınmanın bu cezalandırmada insanları koruyacağı düşüncesi o günlerden bugüne derin izler salarak yerleşmiştir.
DEPREM sonrasında insanlarla tanrı arasına girmeye çalışan ve felakete uğramış, zarar görmüş insanların duygu ve inançlarını sömürmede bu doğa olayını kullanan bir dizi bezirgan, bu doğa olayından pay elde etme aşağılık-köhne davranışında bulunarak kaderciliğin sürmesinde ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır.
Bu ortaçağ fetvacıları, davranışları ile; “Ballandırma bana ölümü, şanlı Odysseus, bütün geçmiş göçmüş ölülere kral olacağıma el kapısında kulluk edeydim keşke, varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında ırgat olaydım” diyen antik çağ ozanı Homeros’un da gerisinde durmaktadırlar. Kitlelere “ölümü ve yıkımı ballandırmaktadırlar”. Elbette büyük ozan Homeros’un insanların birbirine köleliğini değişmez saymasını bugün kabul edemeyiz. Ama bugün bize felaketleri tanrının cezası olarak yutturmaya çalışan bu anlayışın temelinde yatan metafizik teori ve pratiği reddetmek ve buna karşı her alanda mücadele etmek zorundayız.
Bu zorunluluğu açıklamadan önce; DEPREM nedir sorusuna verilen ikinci cevabı, bilimsel yaklaşımı biraz irdelemek istiyoruz.
Bilimsel olarak DEPREM nedir?
İlk etapta bir doğa olayıdır. Nasıl ki bir insanın doğumu, büyümesi, yaşlanması ve ölmesi bir doğa olayı ise, DEPREM de böyle bir olaydır. Bugünkü araştırma ve verilerin ortaya çıkardığı, en kısa tanımı ile, yer kabuğu titreşim ve sarsıntılarına DEPREM denir.
Büyük kütleler halindeki yeryüzü kabuğu sürekli hareket halindedir. Yerin dibine doğru derinlik arttıkça sıcaklık da artar. Yerin derinliklerinde büyük boyutlu ısı akımları vardır. Bu akımlar yeryüzünü kaplayan katı ve kırılgan kabuk parçalarının, levhaların (buna fay hattı da denir) hareket etmesine neden olmaktadır. Bu hareket sırasında levhalar birbirlerinden koparlar, birbirlerini sıyırırlar veya birbirlerine çarparlar. Bu kopmalar, sıyırmalar ve çarpmalar “DEPREM kuşakları” olarak adlandırılır. Yani, yeraltındaki bu hareketler, bir taraftan tahribat ve felaketlere yol açarken, diğer taraftan ise; milyarlarca insan, tüm hayvanlar ve bitkiler sözün kısası tüm canlılar, depremler sayesinde yaşamaktadır. Çünkü, yaşam için çeşitli gazların yanı sıra, karbon gazına ihtiyaç vardır. Bu ve diğer gazlar dünya derinliklerinde yeterli miktarda bulunmakdır.
Yanardağlardan püsküren bu gazlar atmosferde birikip gezegen yüzüne düşen güneş ışınlarını hapsederse (sera etkisi) o gezegende bir cehennem sıcağı oluşur ve yaşamın oluşması mümkün değildir. Venüs gezegeninde de durum budur. Eğer atmosferde yeterli karbon olmaz ise, bu defa yaşam için yeterli ısının oluşması mümkün olmaz, güneş ışığının süzülmesi sağlanmaz, buzlar ülkesi Mars’ta durum budur.
Dünyamızda ise, levha denen bu kabuk parçalarının hareketi, gerek duyulan gazları uygun ölçüde tutmayı sağlar. Biriken gazlar, başka levhaların altına dalan kabuk parçaları ile yeniden dünyanın sıcak mantosuna döner. Okyanus diplerinde yeni oluşan kabuk ile ihtiyaç olan gazlar yeryüzüne çıkar. Bir bütün olarak bu döngü, yaşam için gerekli olan ılıman bir iklimin oluşmasını sağlar. Bu levhalar öyle güçlüler ki, kıta ve okyanusları sırtlarında taşımaktadırlar.
Onların her hareketi (doğal olan depremler) bir taraftan milyonlarca yıldır yeryüzündeki canlıların yaşamını devam ettirirken, diğer taraftan felaketlere de yol açabilmektedir.
Dünyada her yıl, Richter Ölçeğine (depremlerin ölçülmesinde kullanılır, bu ismini, Amerikalı Jeofizikçi-Sismolog Charles F. Richter’den alır. 1900-1985 yılları arasında yaşamıştır.) göre binlerce DEPREM kaydedilir.;
Richter Ölçeğine göre;
8 ve yukarı şiddetteki deprem yılda 1 kez olur,
7- 7,9 şiddetteki deprem yılda 18 kez olur,
6 – 6,9 şiddetteki deprem yılda 120 kez olur,
5- 5,9 şiddetteki deprem yılda 800 kez olur,
4-4,9 şiddetteki deprem yılda 6200 kez olur,
3 – 3,9 şiddetteki deprem yılda 49.000 kez olur,
2- 2,9 şiddetteki deprem günde 1000 kez olur,
1- 1,9 şiddetteki deprem günde 8000 kez olur.
(Kaynak: Hürriyet 18.08.99)
Şimdi de tarihe geçen en şiddetli bir kaç deprem örneklerine bakalım:
Yer ve Şiddeti | (Richter Ölçeği) | Yıl | Takribi Ölü Sayısı |
Girit (Yunan Adası) | Bilinmiyor | 365 | 50.000 |
Antakya(Anadolu) | Bilinmiyor | 526 | 250.000 |
Damgan/İran | Bilinmiyor | 856 | 200.000 |
Yukarı Mısır | Bilinmiyor | 1201 | 1.000.000 |
Şansi/Çin | 11* | 1556 | 830.000 |
Calkuta/Hindistan | Bilinmiyor | 1737 | 300.000 |
Lizbon/Portekiz | 9* | 1755 | 40.000 |
Gansu/Çin | 8,5 | 1920 | 200.000 |
Tokyo/Japonya | 8,3 | 1923 | 99.000 |
Erzincan | 8,0 | 1939 | 39.000 |
Kuzey Peru | 7,8 | 1970 | 70.000 |
Tangşan/Çin | 7,8 | 1976 | 700.000 |
Meçico City | 8,1 | 1985 | 10.000 |
Kuzeybatı İran | 7,7 | 1990 | 50.000 |
Filipinler | 7,7 | 1990 | 6000 |
Kobe/Japonya | 7,2 | 1995 | 6400 |
Sakalin Adası/Rusya | 7,5 | 1995 | 1840 |
Batı Kolombiya | 6,1 | 1999 | 1170 |
Marmara | 7,4 | 1999 | (tahmini) 50.000 |
(*) Olağan dışı nadir rastlanan ölçekte.
Yukarıdaki büyük orandaki ölü sayıları takribidir.
Kaynak: Hürriyet 18.08.1999 ve Büyük Larousse Ansk.
Rakamlar, yıllar ve örnek olarak aldığımz ülkeler açık dil konuşmaktadır.
Yani sözün özü, insanlık ve tüm canlılar DEPREMLE yaşamak zorundadır. Bütün canlılar milyonlarca yıl depremlerle içiçe yaşadı, yaşıyor. Doğa güçlü olduğu gibi, afeti de güçlüdür. Bu nokta üzerinde daha fazla durmak istemiyoruz. Burada vermek istediğimiz mesaj, bu zorunluluğun kavranmasıdır. İşte bu zorunluluk kavranmadığı ölçüde körlüğe yol açar. Körlüğün beraberinde getirdiği zincirin diğer halkası ise tedbirsizlik ve elbette onun da devamı felaket olmaktadır. Bu anlamda da, DEPREMİ ve her türlü felaketi tanrının insanları cezalandırması olarak insanlara kabul ettirmeye çalışan, ilkel ve ilkel olduğu oranda da çağdışı bu düşünce ve anlayış reddedilmek zorundadır. Çünkü, bu aldatmacı düşüncenin temelinde, sorumluluktan kaçış ve gerçeği kavramama yatmaktadır. Artık insanlığın bu tür aldatmacalara fazla rağbet göstermemesine rağmen, körlüğe neden olan başka sebeplerde kendini dayatmaktadır. İlerde bu dayatmaların neler olduğunu DÜZEN ve DEVLET bağlamında tek tek ele alacağız.
Şimdi önemli bir soruya daha cevap aramaya çalışalım. Madem bilimsel olarak DEPREM açıklanabiliyor, neden hala büyük ölçekli olanı önceden tesbit edilemiyor? Herşeyden önce, deprem konusunda insanlığın yaptığı araştırma ve incelemeler devam ediyor. Bu araştırma ve incelemeler devam ettikçe, bugünki verilerin mutlaka değişikliğe uğrayarak yeni veri ve bilgilerin elde edileceği gayet açıktır. Nasıl ki, uzay araştırmaları, insanlığı hep yeni bilgiler ile donatıyor ise, deprem konusunda da yeni bilgiler eskilerin yerini alacak ve daha fazla ilerleme sağlanacaktır.
Her doğa olayının açıklanması ve bilinmesi için epey zaman geçmiştir ve geçecektir. İnsanlık bir doğa olayını tüm yönleriyle tanımadan, o doğa olayına karşı yeterli tedbiri alamaz. Yalnız bu soru, ülkesi deprem kuşaklarında yer almayan Almanya gibi Orta ve Kuzey Avrupa gibi ülkeleri şimdiye kadar pek ilgilendirmemiştir. Bilim ve tekniğin gelişmesinde bu dünya bölgesinin ön ayak rolü oynadığını dikkate aldığımızda, bunun bir tek sebebi vardır. O da bu işin pek kâr getiren ve getirecek olan bir iş olmamasıdır. Bu ülkelerdeki (yönetimde olanlar açısından) esas anlayış, kendilerine uzak alanlarda meydana gelen DEPREM olaylarına insani yardımı(!) yeterli görmektir.
Elbette erken uyarı sistemi (yüksek ölçekteki depremleri) birkaç gün önceden haber vermesini gerektiren bir sistem olmak zorundadır. Yoksa, birkaç ay ve yıl önceden haber verme sistemleri milyonlarca insanın barınması ve panik vb. sorununu da gündeme getireceğinden, pek yararlı olacak bir gelişme olamaz. Erken uyarı için şimdiye kadar en fazla yatırım yapan Japonya’da, (yılda 150 milyon dolara varan bir harcama) Kobe depremi ile, önceden haber vermenin mümkün olmadığı düşünceleri ağırlık kazanmıştır. ABD ve Rusya’nın birlikte yürüttüğü bir dizi araştırmada bu iş için yapılacak parasal yatırım gerçeği kendini dayatmış durumdadır. Eğer insanlık bu sorunu ortak sorunu olarak kavrayıp ona göre ortak hareket etmiş olsaydı ve aynı zamanda azami kâr hırsı değil de, insana yapılacak yatırıma öncelik verilseydi, bu sorunda, şimdiye kadar alınmış yoldan çok daha fazla yol alınmış olurdu. Bir Patriot füzesi için 1 milyon dolar yatıranlar, elbette kârlı iş peşinde koştuklarını kendileri daha iyi bilmektedirler. DEPREMLERDE esas zarar görenler ‘sıradan’ insanlar olduğu için, bu konudaki vurdumduymazlık anlaşılır birşeydir. Garip ve aşağılık olanı; kadercilerin bu durumu kendi anlayış ve düşüncelerinin gelişmesine maske etmeleridir. Elbette bu maske etme işlemi de, azami kâr hırsı ile bilimsel soruna yaklaşanların ekmeğine yeterli yağı sürmektedir. Ancak insanlık bu sorunu da kısa bir gelecekte çözecek, fakat bundan en son yararlananlar yine geri ülkeler olacaktır. Çünkü DÜZEN onu gerektirmektedir.
Şimdi DÜZENİN, büyük ölçekteki bir DEPREMİN açtığı zarar, yıkım ve felaket boyutlarında oynadığı role göz atabiliriz.
Sorunun boyutlarını ele almadan önce DÜZEN nedir sorusuna cevap arayalım…
DÜZEN en kısa tanımı ile; bir toplumda siyasal, ekonomik, yasal ve yönetsel vb. açılardan bütünü oluşturan yasa ve kuralların tümüdür. Toplumun tüm ögeleri-sınıfları arasındaki ‘uyum’dur. Bu, en öz deyim ile; üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki ilişkinin toplumsal gelişmeye yansımasıdır. Sınıflı toplumlarda böyle bir uyumun var olması hayaldir. Böyle bir uyumun olmadığı toplumlarda düzensizlik sözkonusudur. Hele hele ögeler-sınıflar arasında dengesizlik uçurumsal noktalara erişmiş ise; bahsi geçen uyum ve DÜZEN daha da berbat bir görünüm arz eder. Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, sahtekarlık, talan, korku, yozlaşma, sorumsuzluk, tedbirsizlik, çevre ve doğa ile uyumsuzluk, fuhuş vb. her türlü insani kötülüğün yaygınlaşması daha da elverişli ortam bularak gelişir ve toplumu yıkımlara götürür. İnsani değerler ayaklar altına alınır. Elbette böyle bir durum bugünden yarına meydana gelen bir durum değildir, yılların birkimini içinde barındırır. DÜZENLİ toplumlarda toplumun bireyleri sorumluluk ve görevleri bilmek ve kendinden sonrakileri ona göre eğitmek zorundadır. DÜZENLİ toplumlarda insan ve doğa uyum içinde yaşamak zorundadır. İnsan ve doğa sevgisi itici güçtür.
Bu ve benzeri konularda, tonlarca yazı yazılmıştır. Biz yalnızca insanlığın 4000-5000 yıl öncesinden bir kaç örnek vermek istiyoruz.
İsa Öncesi 2000 yıllarında, yani günümüzden tam 4000 yıl öncesi Mezopotamya’da kurulan uygarlığın günümüze kadar yansıyan, tanrılara kafa tutan Uruk Aslanı Gılgameş destanındaki aşağıdaki sözler bugüne ne kadar da uyuyor;
“Korkuyu yenmenin iki türlü yöntemi vardı, oğul: ya cesaret, ya da sevinç (sevgi) ile, Aslanla boğuşup ona galip geldin mi?”
“Hayır, güldü bana, sadece güldü”
“Gerçekten de çok az ölümlünün yüzüne gülen talih. Ve sana önemli dersler çıkarabileceğin işaretler veriyor. Korkuyla nasıl başa çıkman gerektiğini her zaman düşün Gılgameş. Hareketsiz kılmadığı ve çıldırtmadığı müddetçe, korku iyidir. (DÜZENLİ bir toplumda kurallara uymak / BN). İnsan cesaretle korkuyu yenebilir, fakat bu arada kalpsizleşir, (Toplumun diğer fertlerinin haklarını görmez ve onları gasp etmeye yeltenir. / BN) çünkü cesaret, sınırsız olabilmek için tüm diğer duyguları yok eder. Sadece sevinç (sevgi / BN) cesaretten daha kudretlidir; bildiğimiz en büyük güçtür. Sevinç (sevgi / BN) cesareti de kapsar, cesaret sevincin bir parçasıdır. Sevincin (sevginin / BN) olduğu yerde korkuya yer yoktur. Bu sevinci korumaya çalış Gılgameş ve onu kendine yakın olanlarla paylaş. Gözlerindeki kırmızı aslanın gülüşünü koru.” (Uruk Aslanı Gılgameş, Yurt Kitap Yayın, sf. 30-31)
Bir başka insani değer bağıntısında söylenen; “Kim ki sahte ağırlıklar ve bozuk bir terazi kullanırsa, toplumdan dışlanır ve tüm hastalıkları kendisine çeker. Bunu yapan kişi sadece başkalarını değil, kendisini de aldatır.” (age, sf. 139)
Düzenin bozuk ve kokuşmuş olduğu toplumlarda, yukarıda söylenenler hergün binlerce kez tekrarlanan günlük olaylardır. Bir binanın yapımında kullanılan mazlemeden çalınanların hangi tür hastalıkları içinde barındırdığını Marmara depreminde çok açık yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağız..
Yukarda doğanın gücünü ve insanların doğal olaylarla iç içe yaşaması gerektiğini bilimsel olarak açıklamaya çalıştık. Bu bağıntıda aynı eserde yer alan Gılgameş ve toprağın oğlu Enkidu arasındaki tartışma, günümüze çok iyi ışık tuttuğu için buraya aktarmak istiyoruz.
Enkidu bir kez daha söze başlar;
“Humbaba’dan (ormanı bekleyen-koruyan devin ismi / BN) nefret etmeni ve onunla beraber tüm kötülükleri yok etmek istemeni anlayışla karşılıyorum. Bu üzerinde tartışılabilcek bir konu. Fakat öbür meseleyi anlayamıyorum: Neden ağaçların en büyüğü olan konuşabilen sediri kesmek istiyorsun? Neden ille de o ormanın ağaçlarını istiyorsun? Ağaçların bir ülkenin zenginliği olduğunu bilmiyormusun? Neden zenginliği azaltmak istiyorsun”
Gılgameş cevap verir; “Tahta masalar ve sandelyeler, Enkidu, tahta bir taht ve tahtadan değerli kapılar… Güzellik gelecek şehrimize, … gözlerin hoşuna gidecek (doğaya uymayan bir sürü güzel yapılar yerle bir olunca ne de çirkin oluyor / BN) ve ruhu sevindirecek güzel nesneler ve güzel yaşam (doğa yasasına aykırı hareketler ruhlarda ve zihinlerde yıllarca ne kadar eziyet çektiriyor insanlara, özellikle hiçbir günahı olmayan çocuklara / BN). Ta uzaklarda hiç kimseye bir faydası dokunmadan duran ormandan bana ne? Ağaçlar tekrar büyür, fakat bizim onlara burada ihtiyacımız var.”
Enkidu cevap verir; “Söylediklerin kulağa da hoş geliyor doğrusu. Yine de içimde coşkuyla sana katılmamı engellen bir şeyler var. Belki de şimdi söyleyeceklerimi aptalca bulacaksın, bu yüzden bir barbarın hislerine gülme sakın. Fakat bozkırda öğrendiğim birşey var: İnsan asla güneşin merkezine değil, birazcık yanına bakmalı, yoksa kör olmak işten bile değildir. Bu şehir, Uruk ve buradaki yaşam, pırıl pırıl parlayan göz kamaştırıcı nesnelerle dolu güneşin ta kendisi. Fakat bu göz kamaştırıcı nesnelerin parıltısı artıkça, insanın iç gözü de o derece körleşir” (age, sf. 162)
İşte toprağın oğlu Enkidu’nun 4000 yıl önce telaffuz ettiği durum, günümüze de gayet iyi yakışmakta, insanlar gözkamaştırıcı nesnelerin parıltısından gerçekleri görmede kusur işlemektedirler. İnsani kötülükleri içinde barındıran mevcut DÜZENLER de bu kusurların sürekli kılınmasında esas faktördür.
4000 yıl önce, Gılgameş toprağın oğlu Enkidu’yu kaybettikten sonra ölümsüzlüğü arayıp bulamadığı zaman, O’nun sözlerini şöyle değerlendirir; “Enkidu’yu kaybettim… Keşke uyarılarına kulak verseydim! Ağaçların bir ülkenin zenginliği olduğunu bilmiyor musun?… bu sözleri asla unutmayacağım. Yaşayan doğanın bize sunduğu bu muazzam zenginliği bir daha asla yok etmeyeceğim, aksine onu her zaman koruyup kollayacağım… Biz, tıpkı ağaçlar gibi doğanın bir parçasıyız, onunla beraber yaşayabiliriz.” (age. sf. 482)
Bugün yukarıda aktardığımız anlayış yerleşmiş olsaydı, yani DEPREMLERLE yaşamayı öğrenmiş olsaydık, doğa ile içiçe yaşasaydık, ona uyum sağlayarak hayatı kursaydık, DEPREMLERİN açtığı yaralar ve felaketlerin boyutu bunca geniş olamazdı. İnsanlık doğayı kendine uyduramayacağına göre, kendisi onunla uyumluluk içinde yaşamayı öğrenmek zorundadır. DÜZENLERİN bu uyuma ne kadar uymakta olduğuna geçmeden önce, birazda DEVLETTEN bahsedelim.
Bizlere yıllarca “baba” diye anlatılan bu koruma unsuru nedir?
Devlet herşeyden önce bir güç, erktir. Yoksulluk ve acı çeken insan yığınlarına öğüt ve nasihatlar yetmeyince, onları baskı altında tutacak, başkaldırmalarını önleyecek güç olarak ortaya çıkmıştır. Antik çağın köleci devletleri böyle peydah olmuştur. Bu çağın büyük düşünürü Platon’a göre; “çömlekçi (üreten / BN) zengin olmamalı, zengin olursa, çömlekçiliği bırakır, çömleksiz ne yaparız.”
Bunun için de (ünlü yapıtı Devlet’te) Platon’un devleti üç sınıftan oluşur: Yargıçlar, askerler ve çömlekçiler (çiftçiler, zanaatkarlar, halk). Yargıçlar yönetecek, askerler koruyacak, çömlekçiler de devleti besleyecek.
Yani, besleyici üreten halk, yiyici zengin yöneten. Bu anlamda güç de zenginde. Aç tokun halinden anlayamayacağı için, bu DÜZENİN hep böyle devam etmesi yönetenlerin işine geldiği için de; antik çağın köleci devletleri, özünde hiçbir değişiklik olmadan, yüzeydeki bir dizi değişikliklerle günümüzün modern cumhuriyetlerine dönüşmüştür. Boruyu yapan aynı, boruyu öttüren aynı. Bir ülkede doğal zenginlik ne kadar bol ve teknik gelişme ne kadar ileri ise, alttakiler de ondan o kadar sebeplenebilmektedir. Ama esas kaymak üsttekilerindir. Bu antik çağın Atinası, Mısırı ve Asurlularında böyleydi, bu feodal derebeylik devletlerin de böyle oldu, bu günümüzün en modernleri olan Almanya, İsveç, ABD vs. devletlerinde de böyledir. Doğal zenginliğin fazla olmadığı, tekniğin gelişmediği devletlerde üreticilerin durumu, yaşamın tüm alanlarında daha da berbat görünüm arz eder. Buralarda insan yaşamına daha az değer verilir, doğal afetlere karşı tedbir, korunma vb. sorunlar fazla önem taşımaz. Bu tür sorunlara günlük yaklaşılır.
Devletin “baba” rolüne dönersek, ortaya çıkan gerçek; yönetenlerin hep kendilerini sınıflar üstü gösterme aldatmacası bu düşüncenin yerleşmesine sebep olmuştur. Alttakilerin herhangi bir afette, kendilerinin “babası” olarak gördükleri (aslında öyle gösterilmekte) devletten yardım eli beklemeleri gayet normaldir. Normal olmayan gerçeğin doğru dürüst kavranmamasıdır. Toplanan vergilerin büyük bir bölümünün yönetim giderlerine, mevcut yapının korunmasına harcandığı gerçeği kavrandığı oranda, körlükten kurtulunur ve insanlar kendi tedbirlerini kendileri alırlar veya ‘yönetenleri’ bu noktalarda zorlarlar. Günümüzün teorik, teknik ve bilimsel gelişmesi, gerçekte deprem gibi ‘doğal afetlere’ karşı yeterli tedbir alınmasının imkanlarını yaratmış durumdadır. Bizler burada olmaması gerekeni açıklamakla yetineceğiz. Nasıl olmaması gerektiği düşüncesi, nasıl olması gerekene ışık tutar sanıyoruz.
DÜZEN ve DEVLET bağlamında belirlediğimiz kıstasları, bizleri insan olarak derinden etkileyen, onbinlerin can kaybına, onbinlerin yaralanmasına ve korkunç boyuttaki maddi değerin yok olmasına sebep olan, 17 Ağustos1999 Marmara DEPREMİNİN ortaya çıkardığı resim ile karşılaştırmaya çalışalım.
Günlerden Salı, saat 03.02, tarih 17 Ağustos 1999, yer: Anadolu’nun Marmara bölgesi… Yıllarca beyinlerde izi kalacak bir tarih. Yerin derinliklerinde levhalar kaymış (fay hatları) başka levhalarla çarpışmış ve yerin yüzünde 7,4 ölçeğinde bir sarsıntı. Kimi evler kağıttan kuleler gibi yere yapışmış, kimileri orta, kimileri az hasarlı. Kimilerine birşey olmamış. Yerle bir olanların altında gecenin derin uykusuna dalmış canlılar var. Hemen dünyaya gözlerini kapama darbesi almayan insanlar, yaşam direnişi sabrı ile enkaz altından kurtarılmayı bekliyor. Zamanında tedbirini alamamış, ama sarsıntıdan kurtulanlar, yer altında kalanlarına yardıma koşuyor, çıplak elleri ile… İlk TV canlı görüntüleri sarsıntıdan 20 dakika sonra, ne kadar da hızlı. Ama sarsıntının bırakalım önceden bildirilmesini, ölçeğinin tesbiti o kadar da yavaş. Kandilli Rasathanesi’nin ilk belirlemelerine göre DEPREM 6,7 şiddetinde. Birkaç gün sonra diğer ülkelerdeki meslektaşlarının uyarıları, bizdeki bu işle uğraşan profesör kılıklılara, 7,4 şiddetindeki ölçeği kabul ettirir. Her türlü DÜZEN allak bullak. Elbette hızlı görüntü kara haberi çok çabuk duyurdu. Ama hâlâ uyuyanlar var, onlar da DÜZENİ elinde tutan bir çoğuna göre koruyucu “baba” DEVLET aygıtını yöneten insanlar(!).
Düne kadar Türkiye’de “komünikasyon devriminden” bahseden devletin başı Demirel 4,5 saat hiçbir yerle iletişim kuramadığından bahsediyor. Düzeni iyi yönetmek iddiasındaki Başbakan Ecevit, bakanları ile ancak TV kameraları aracılığıyla haberleşebiliyor. Sağlık Bakanı “kana ihtiyacımız yok” derken, TV ekranlarının altındaki banttan acil kana ihtiyaç var anonsları geçiyor.
Cudi dağına 5 saatte 50.000 asker indirmekle övünen devletin en kutsal koruma unsuru askeriye, kendisi Gölcük’te deprem yıkımının altında, kendisi ile uğraşmakta.
Durum 60 yıl öncesi Erzincan depreminden, 30 yıl öncesi Varto depreminden pek farklı değil.
Yıkım korkunç, görüntü yürekleri parçalıyor. Doğanın gazabına uğramış halktan insanlar tek yumruk olmuş, felaketin boyutunu daraltmaya çalışıyor.
Tüm Türkiye depremle sarsılmış ve yasa boğulmuş. Gazeteler başlık atmış bir gün sonra… 18 Ağustos 1999…
“KATİLLER, yine çürük inşaat. Yine hırsız ve vicdansız müteahhitler… Ağlıyoruz, 6,7 şiddetindeki deprem 45 saniye sürdü… Yine nerdesin devlet… İzmit, Adapazarı, Gölcük, Karamürsel, Yalova, İstanbul Avcılar, Düzce deki Deprem 6,7 şiddetinde”, (Hürriyet)
“Acımız büyük… Gölcük’te enkaz altında Amiraller de var.” (Türkiye)
“Aman Allah’ım! Yine yenildik… Demirel: ‘Yaralar en kısa zamanda sarılacak’… İstanbul ucuz atlattı…” (Sabah)
4 gün sonra gazeteler başlık atmış. Tarih 21 Ağustos 1999…
“Deprem bölgesine çığ gibi yardım yağıyor, ancak koordinasyon hala sağlanamadı… Türkiye çare arıyor… Ölü sayısı 10.009, yaralı 34.338… Kandilli Rasathanesi bilimi kandille mi yapıyor?… Siyaset Depremi sadece konuştu… Depremle devlet de sarsıldı… İmar Yasası değiştirilsin… Kamu kurumları işlevsiz kaldı” (Cumhuriyet)
“Enkaz altında 35 bin kişi var… Binlerce ceset çıktı, 35 bin insan çıkarılmayı bekliyor… Türkiye, depremin inanılmaz bilançosunu Birleşmiş Milletler’e bildirdi… Ekmek değil su… Ekmekten çok su, çadır, battaniye ve ilaca ihtiyaç var… İşte komşuluk bu… Yunan halkı, depremzedelere yardım için seferber oldu… Kendimize ev değil mezar yaptırmışız… Bu kadar geç kalınmamalıydı… Su, toprak ve hava ceset kokuyor… Veli Göçer inşaatlarda deniz kumu kullanmış..” (Sabah)
“40 bin ölü deniyor… Vatandaş öldü, devlet sitem ediyor… Depremin zararı 20 milyar dolar… Akılları başlarına geldi, sivil savunma yasası için hazırlık…” (Yeni Asır)
“ Ölü sayısı hergün katlanarak artıyor… 10.059 Ölü, 45.017 yaralı… Halkta dayanışma ve yardımlaşma ruhu… Evet uyum var! Ama Devlet yok… Tabii değil, beklenen afet! Kriz merkezi felç, Başbakanlık Kriz Koordinasyon Kurulu, tam bir koordinasyonsuzluk içinde… Cumhurbaşkanı: Takdir-i ilahi… Erbakan: İlahi ihtar, ders çıkaralım… Kaçak gecekondulara 10 kez imar affı çıktı… Dünyada yardım kuyruğu…” (Milliyet)
“Tek yumruk… Yüzyılın felaketinin yaralarını sarmak için tek yürek halinde deprem bölgesine koşan binlerce gönüllü, gözyaşartan müthiş bir uğraş veriyor… Zarar çok büyük, günlerce alev alev yanan Türkiye’nin en büyük rafinerisi Tüpraş’ta tehlike geçti… 51 ülkeden yardım… Ceset torbası ihtiyacı fazla… Ölü 10 bini aştı, 40 bin olabilir… Göçen devlet aygıtıdır…” (Hürriyet)
“Sağlık Bakanlığı, gönüllülere dil uzattı: SUS ve ÇALIŞ… Salgın riski var, karantina başladı… Ne olur daha hızlı… Asker neden geç kaldı… Sevginin Richter ölçeği, ülkeye depremle birlikte bir sevgi seli yayıldı. Devletin yetersiz kaldığı her alanda halk, birlik olup, kendi başının çaresine bakıyor, hırslar unutuldu. İnsanlarda sevgi ve umut var… Deniz sahilden intikam aldı, Değirmendere sahilinde deniz doldurularak kazanılan 150 metrelik alan depremle tekrar suya dönüştü… Kesinlikle eksik malzeme… Kaçak yapıların temelini atan devlet yöneticileri… Ecevit ilk iki gün yaşanan ulaşım ve iletişim zorluklarının anlayışla karşılanmasını’ istedi..” (Radikal)
“Cesetlere çakal dadandı…” (Star 22.08.99)
“Deprem sadece vesile oldu. Zihniyet katletti” (Nokta 22-28.08.99)
“Nasıl sarılacak ruhlardaki yaralar… Afet İşleri, depremin altından kalkabilecek mi? Şimdi herşeyi sorgulamanın zamanı… Çünkü devlet, kurumlarıyla birlikte enkaz altında kalmış gibi görünüyor… Beş yıldır sırada bekliyordu. Sivil Savunma yasası geliyor, Deprem felaketi, Türkiye’deki sivil savunma hizmetlerinin acizliğini, tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Sivil savunma Müdürlüğü’nden sadece 120 kişilik ekibin çalışmalara katılması, büyük tepki topladı… Uzay ve teknoloji çağı olarak adlandırılan 21. Yüzyıla bir kala, Başbakan Ecevit’in CNN muhabirine verdiği röportajda da belirttiği gibi, ‘depremin ilk 2 gününde felce uğrayan elektrik ve haberleşme sistemi nedeniyle, felakete müdahale çalışmaları sekteye uğradı’… 131 yıllık kuruluş, felakete uykuda yakalandı, Kızılay’a ‘çöktü’ raporu… Kanal 6’da ‘sansür’ depremi” (Nokta 29.08-04.09.99)
“Asıl üstümüz çürük. Yalan sürüyor! İlk beş günde tek tek kurtarma yapılırken bile ölü sayısı ikişer-üçerbin artarken, kepçelerin çalışmaya başladığı depremin altıncı-yedinci gününde hep aynı rakam açıklanıyor. 12 bin… Erken uyarı sistemi faciaya yetişemedi… Kader ve umut, saatler geçti, saatler geçti, saatler geçti. Şaşkınlık ve kargaşa bitmiyordu. Bir düzen kurulamıyordu. Yüzlerce yıllık yalan zırhı acılarla deliniyordu. Devlet diye yarattığımız dekorun arkasına baktığımızda, deprem kadar korkunç bir başka gerçeği, boşluğu gördük. Ardından, ‘dünyanın bize düşman olduğu’ yalanı çöktü. Acı, bizi gerçek hayatın gerçek insanları yaptı. Gerçeği o kadar pahalıya satın aldık ki, artık bir daha onu kimseye ucuza vermeyiz. Bunca kederin içinden beni böylesine umutlu yapan da bu işte. (Ahmet Altan)…
Yaşayanlar ölenlerden de acınacak durumda, büyük Avrupa metropolü, İstanbul en basit şekliyle bir ortaçağ kentini andırıyor.” (Aktüel 26.08-01.09.99)
“Kızılay, olaydan ancak 3-4 gün sonra, üstelik yarım yamalak deprem bölgesine gidebildi… Devletle toplum arasında fay hattı var… Deliller yok ediliyor… Doğa diyetini alıyor…” (Tempo 02-08.09.99)
“17 Agustos Zihniyet Devrimi: Toplum hayatındaki büyük altüst oluşların toplum bilincinde de dönüşümlere yol açtığı biliniyor. Türkiye’nin yaşadığı büyük deprem felaketinin ne tür sonuçlar doğuracağı tartışılıyor şimdi. İlk sonuç: En büyük darbeyi ‘devletin güçlü olduğu’ inancı ile ‘Türkün Türkten başka dostu yok’ milliyetçiliği aldı… 45 saniyede, toplumsal değişimin ve dayanışmanın simgesi oldular. Kırmızı umut AKUT…” (Aktüel 02-08.09.99)
Şimdi birçok okuyucumuz neden bu kadar fazla gazete-dergi alıntısı yaptık diye hayıflanacaklar. Bilerek yaptık, manzarayı en kısa hali ile vermekteler. Ayrıca, yukarda aktardıklarımızın büyük bir bölümü bundan önceki felaketlerde de yer yer aynı kelimeler, yer yer de değişik ifadelerle aynı şekilde tekrarlanmıştı. Temelde değişen birşey olmamıştı. Mevcut düzen ve mevcut devlet güç olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe, yine temelde fazla bir değişiklik olmayacaktır. Elbette aykırı bir takım anlayışlar ortaya çıkacak, bir dizi temele ilişkin değişiklikler talep edecektir. Ama bununla yetinildiği oranda, bu iyi niyetli çabalar da sonucu etkilemeyecek. 30 yıl sonra da aynı manzaralarla yine karşılaşacağız. Bilinsin ki, biz burada sıcağı sıcağına yazılmışları alıntıladık. Birkaç ay sonra hiçbir şey olmayacağı gibi, söylenen-yazılan büyük deyişlerin yerinde yeller esecektir. Gönül ister ki öyle olmasın. Ama nafile, bu isteğe bağlı bir sorun değildir. Nedenini herkes kendine sormak zorundadır.
Yazıma attığım başlığı boşuna atmadım ve dikkat edildiyse; belirli bir mantık sistemi içinde, olayların varolan ile ilişkisini gözden kaçırmamaya gayret göstermeye çalıştım.
Şimdi yukarda alıntıladığım gazete kupürlerinde öne çıkan bazı noktalarla ilgili düşüncelerime geçebiliriz:
21Ağustos’99 tarihli Milliyet gazetesinden aktardığımız; hem devletin başı Cumhurbaşkanı Demirel’in “takdir-i ilahi” ve hem de Erbakan’ın “Takdir-i ihtar” anlayışlarının altında yatan nedir? Bu soruya bizler yukarda, “deprem nedir?” sorusuna verilen cevapta, birbirine iki zıt düşünceyi açıklarken vermiştik. Hem Demirel ve hem de Erbakan’ın yaklaşımı; sorunu tanrıya havale eden, kaderci yaklaşımlardır. Zorunluluğun kavranmaması için, körlüğü önermektedirler. Aynı zamanda temelde yatan, kendi sorumluluklarından kaçıştır.
Aynen, 1509 yılındaki İstanbul depremi sırasında korku sonucu sarayını İstanbul’dan Edirne’ye taşıyan 2. Bayezid, aynı yıl Edirne’de de deprem olunca; hiddetlenip; “Bu zelzeleler zulüm ve fesadınızdan mazlumlar ahının sebep olduğu gazab-ı ilahidir” (Aktüel, 9-12.09.99, sf. 50) derken de depremi tanrının gazabı olarak açıklar. Şimdi insana sorarlar, 1509 ile 1999 arasında hiç mi fark yok! 4000 yıl öncesi ile şimdi zaman arasında farkı görmek istemeyenler için, 490 yıllık farkın elbette kıymet-i harbiyesi olamaz! Hem Demirel ve hem de Erbakan vb. ne kadar da “çağ atladık” derse desinler, hâlâ çağın gerisindeler. Öyle de kalacaklar.
Bu bağıntıda başka birşey daha var: İktidarın nimetlerinin üleştirilmesi için yürüyen dalaşta, dinci kesimden Fazilet Partisi Adapazarı Milletvekili Nezir Aydın, ordu için söylediği; “Deprem, Gölcük’teki kafir komutanlar İsrailli subaylarla içki içtikleri için oldu. Allah onları cezanlandırdı” (Hürriyet, 04.09.99) sözlerle depremi, ordu ile aralarında yürüyen çatışmada, inananları yanına çekmek için malzeme yapmıştır. Bu tür dalaşlarda böyle durumların normal olduğuna değinip, geçip, kaldığımız yerden devam edelim.
Demirel bundan 30 yıl önce Varto depreminde de Başbakan olarak aynı şeyleri söylemişti. Ömrü yeterse bundan sonrakiler de de aynısını söyleyecektir. Çünkü bunların misyonu bunu gerektiriyor. Ama bu tür zırvalara inananların sayısının azaldığını görmek de güzel birşey.
Bir de Demirel’in 18.08.99 tarihinde Sabah gazetesindeki “yaralar sarılacaktır” şeklindeki beyanatın tıpa tıp aynısını 30 yıl önce Varto depreminde Başbakan sıfatı ile söylediğini, sarılanın ne olduğunu eğer bir Varto’luya rastlar sorarsanız çok iyi olur. Aynı zamanda Star gazetesinin 22.08,99 tarihli “cesetlere çakal dadandı…” haberi, yaraların nasıl sarıldığına ve sarılacağına iyi bir cevaptır deyip geçelim.
Felakette ölen canlar, yaralananlar, yıkılan binalar ve rakamlarda yapılan tahrifatlar üzerine;
Yukarda alıntıladığımız rakamlar ne derece doğru? Hemen belirtelim, bizlerin bunları denetleme imkanı yok ve olmayacak da, devlet istatistiklerine, yine devlet yönetenlerinin kabul ettiği sayılar girecektir. Devlet sayılarla oynamıştır. 4 gün onbinlerce ölü telafuz edilirken ve enkaz altında 35-40 bin insanın daha olduğu dillerde dolaşırken, neden 6.-7. günler ölü sayısı birden 12 binlere düştü? Bir-iki gecede ölenler dirildi mi? Gerçi bunlar onuda yaparlar!!! Ama gerçekler inatçıdır.
Gelin birlikte bir hesap yapıp, sonra devam edelim… 31.08.99 tarihli Hürriyet gazetesi Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin açıkladığı sayıları yayınladı. Buna göre bina hasar durumu şöyledir:
İli | Yıkık* | |||
Ağır | Orta | Az | Toplam | |
Kocaeli | 9430 | 12.688 | 37 | 22.155 |
Yalova | 8782 | —-** | 23 | 8805 |
Sakarya | 4337 | 4330 | — | 8667 |
Bolu | 2214 | 1426 | — | 5167 |
İstanbul | 628 | 11.075 | 14.934 | 26.637 |
Bursa | 85 | 215 | 263 | 563 |
Eskişehir | 61 | 44 | 255 | 360 |
Zonguldak | 7 | 45 | 4 | 56 |
Tekirdağ | — | 2 | — | 2 |
(*) Yıkık/ağır ne anlama geldiğini kestirmek mümkün değil, biz yerle bir olmuştan harekete edeceğiz. Ortadan anladığımız ise; oturulamaz halde olan (**) orta hasarlı da neden sayı olmadığı ya da açıklanmadığı için, ancak henüz sayımlar bitmediğini düşünebiliriz. Az hasarlının ve yıkık/ağır hasarlının bitmesine rağmen orta hasarlıda sayı verilmemiş olması çok komik geldi. İstanbul öncesi verilen rakamların güvenilir olmadığına, keyfi değerlendirmelerin yer aldığına dikkat çekip, geçelim.
25.544 yıkık/ağır hasarlı binayı en iyimser hali ile 3 katlı hesaplarsak, ortaya 76.632 kat yapar. Yine en iyimser hali ile her kata 3 daire yerleştirdiğimizde; 229.896 daire eder ki, her dairede 2 kişinin oturduğu varsayımından hareket edersek 459.792 insan en azından yıkık/ağır hasarlı binalardan etkilenmiştir.
Böyle bir durumda yaralı ve ölü sayılarının açıklananlarla uyumluluk göstermediğini matematikten biraz anlayan herkes hesaplayabilir. Son gelinen yerde resmi rakamlara göre ölü sayısı 15 binin biraz üstü, yaralı sayısı 24.08.99’da 42.442 iken 04.09.99 da bu sayı 24.024’e inmiştir. Eh bu gidişle bir yıl sonra hiç yaralı kalmayacak, ama sakatlardan bahsedebileceklerdir. Öyle ya hastahaneden her taburcu edilen, artık yaralı değildir. O zaman insanın soracağı geliyor. Bunca yapılan sağlık malzemesi yardımları nereye gitti? Yoksa onlar yeniden paketlenip, piyasaya, bütçe açığını kapatmak için mi sürülecek?! Yoksa bu yolla yeni zenginler mi yaratılacak?! Bizce ölü sayısı en iyimser rakamlarla 50.000 civarındadır. Yaralı sayısı 100.000’e yakındır.
Sayılarla oynamanın altında yatan esas faktör; felaketin boyutlarını daraltmak, insanların en fazla tepkisini toplayacak olan, canlıya gelen az zararın kendi sorumluluklarını azaltacağı temel düşüncesinde yatmaktadır. Geçmişte de bu konuda yerterli örneğin olduğunu belirtip geçelim.
18.08.99 tarihinde Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin “Katiller” başlığı atmalarının sebebi ne idi?! Evet bu depremde, görüntüler ve resimler aracılığı ile, hepimizin gördüğü, kimi binaların kağıttan kuleler gibi yerlebir olmuş hali, kimilerinin yan yatmış ve kimilerinin sapasağlam durma halleri, “çürük inşaat, hırsız ve vicdansız müteahhitleri” her depremde olduğu gibi yeniden gündeme getirmiştir. En son 1998 deki Adana-Ceyhan depreminde de bu başlıkların ve benzerlerinin atıldığı hafızamızda hâlâ sıcaklığını korumaktadır. Gazetelerdeki bu başlıkların altındaki yazılar okunduğunda; “katillerin, hırsız ve vicdansızların” müteahhitlerle sınırlandığını kolay tesbit ederiz. Elbette bu günah keçilerinin bu sorumluluktaki payları yandısınamaz. Ama en başta bilinmesi gerekli olan Veli Göçer gibilerinin yaratıcısı DÜZENDİR, onun yarattığı kısa yoldan işini bilme ve köşe dönme zihniyetidir. Bu zihniyetin koruyucusu da DEVLETTİR, onun yasalarıdır.
Elbette bu ülkede deprem bilimi ile uğraşanların olduğu gibi, inşaat, mühendislik-mimarlığının fakülteleri de var. Deprem sonrası, İTÜ’lü hocaların bilgilerine dayanılarak madde madde binaların yıkılma nedenleri bilimsel olarak basında açıklanmakta, televizyonlarda görüntülü bir şekilde gösterilmektedir. Yer yer liberallerin, çürük yapıların ve yapılardaki hırsızlıkların ucunun devlete kadar uzandığı, “kaçak yapıların temelini atan devlet yöneticilerinden” bahsettiği beyanlarına da rastlanır. Ama nedense bu tür açıklamalar, görüntüler ve rastlantılar hep felaket öncesi değil, sonrası olmaktadır. Bilimsel yöntemler izlenildiğinde ve istenildiğinde, depreme dayanıklı binaların yapılmasının mümkün olduğunu, hem bu depremde gördük yaşadık, hem de çağlar öncesi insanlığın yaratmış olduğu eserlerin günümüze kadar ayakta kalmış olması ile yaşıyoruz. 5 bin yıllık Mısır piramitlerinin varlığı en iyi örneklerden biridir.
MS 532-537 yılları arasında yapılan bugünkü Ayasofya Müzesine 1506 yılında eklenen İnce Minare, yine İkinci Bayezid döneminde 1509 İstanbul’da 7,9 ölçeğindeki depremle yıkılmış, ana binaya hiçbir şey olmamıştır.
Demek ki, felaketin boyutlarını daraltmak insanların kendi ellerindedir.
Her yeni felakette, yeni günah keçileri aranacağına, gerekli tedbirler zamanında alınsa ve hazırlıklar ona göre yapılsa, “acımız büyük” olmayacak. “Kendimize ev değil mezar yaptırmışız” düşünceleri ile suçu halkın sırtına atmaya ihtiyaç duymayacağız. Bizi bu bağıntıda sevindiren yegâne şey; artık toplumun bu hengâmede daha fazla şeyler öğrenmiş olması ve tepki göstermesidir. En önemli kaygımız ise; bu öğrenilenlerin çabuk unutulması ve gösterilen tepkilerin sürekliliğinin sağlanmamasıdır.
Şimdi zincirin diğer bir halkası olan enkazlar ve onların altında kalan insanların kurtarılma beklentisi ve bu yöndeki faliyetlere geçebiliriz…
Öncelikle belirtilmesi gereken bu defa enkaz altında kalanın Marmara bölgesi olması 60 yıl öncesi Erzincan ve 30 yıl öncesi Varto ve önceki yılki Adana depreminden farklı bir durumu ortaya çıkarıyordu. Marmara bölgesi Türkiye’nin en gelişmiş, sanayinin kalbi, insanların kültür düzeyinin en ileri olduğu vs. bir bölge olduğu için gürültüsü de elbette fazla olacaktı. Oldu da nitekim! Canlı yayınların depremden hemen 20 dakika sonra verilmeye başlanması, basın ve yayının 3 gün bütün toplumu yönlendirmesinin temelinde yatan da, depremin bu bölgede olmasıydı. Eğer bu deprem doğu veya güneydoğumuzda olmuş olsaydı, vurdumduymazlığın boyutu çok daha fazla olacaktı.
Buna rağmen, televizyon görüntülerindeki yıkımın korkunçluğu, insani duygulara sahip herkesi derinden etkiledi. Hele bir de, bu görüntüleri doğrudan yaşamak, insanı insan olmaktan utandıran duygulara vesile oldu. Bir an kendimizi 5-6 katlı bir binanın yığınları altında, zifiri karanlıkta ve kıpırdayamayacak bir halde canlı olarak düşünelim. Tasvir etmek bile güç! Biz düşüneduralım, insanlarımız bunu yaşadılar. Bu anlamda ölümlerden ölüm seçmek zorunda kaldılar. Bir gün, iki gün veya üç gün, tamı tamına yetmişiki saat, dile kolay o durumda hayatta kalmak mümkün mü? Bakmayın siz bir dizi olağan dışı dördüncü veya beşinci gün kurtulanlara. Bilimsel olarak ikinci ve üçüncü gün belirleyici olandır. Eğer yeterli hazırlığın varsa üçüncü günde kurtardın, kurtardın, geride kalan acındır. Bizde de hazırlık olmadığı için, çıplak ellerle, ilkel yöntemlerle, gerekli bilgiden ve “devlet babanın” koruyuculuğundan yoksun olarak, gönüllülerin çabaları ile enkaz altından çıkarılanlar ve yaşama yeniden döndürülenler, çok şanslı olanlardı.
Yıkıcı özelliğe sahip büyük ölçekli depremlerin defalarca yaşanmış olmasına rağmen; örgütlenmesi yapılmış, eğitilmiş kurtarma ekiplerinin olmaması, gerekli araç-gerecin hazır durumda bulundurulmaması, gerekli çabuklukta felaket alanlarına ulaşamamanın nelere mal olduğunu bir kez daha yaşamış bulunmaktayız. Tabii normal günlerde hazırlığını yapmaz isen, felaket günlerinde ahu vah etmen, pek yarar getirmez. İşte tam da bu noktada yönetici kademelere esas iş düşmektedir. Düzeni bozuk, her türlü insani kötülüğün salgın hastalık gibi yaygınlaştığı bir toplumda ve o toplumu yönetenlerden bu tür hazırlıkları beklemek, bir anlamda abesle iştigaldir. Her yıl deprem tatbikatlarının yapıldığı Japonya’da insanlar bu işi jimnastik olsun diye yapmıyorlar. İlkokuldan itibaren çocuklarına deprem eğitimi verenler, sorunu ciddiye aldıklarının bilincindeler. Bizde 75 yıldır, bırakalım deprem eğitimini, Milli Eğitim müfredatlarında, felaketin hiçbir türlüsü ile ilgili eğitici ders ve kitaba rastlamak mümkün değildir. Bizim enkaz kaldırma için araç gereçten çok, silaha ihtiyacımız oldu! Bizim 830.000 kişilik askerimiz var ama; bu askerimiz depremin ilk günleri kendi yıkıntısı ile uğraşır durumdaydı. “Vicdansız müheahhitler” askeri binalardan da çalmışlar! Ne cesaret!!! Sayıca fazla askerin olması da birşeye yaramaz, sen o askerine felaketler konusunda eğitim vermezsen, o gelse bile, bildiğinin ötesinde, işe yaramayacaktır! Neden 75 yıldır Türkiye bütçesinin büyük bir bölümünün savunma(!) harcamalarına gittiğini, şimdi daha iyi anlayabiliyoruz.
İsterseniz sorunun daha iyi kavranması için bazı sayılar verelim. Dünyada son 10 yılda top 10 silah alıcı ve satıcı ülkeler şöyle sıralanır:
Silah satın alanlar
Milliyetçi Çin 13,3 Milyar $
S. Arabistan 9,7 Milyar $
Türkiye 6,6 Milyar $
Mısır 5,8 Milyar $
Güney Kore 5,1 Milyar $
Yunanistan 4,7 Milyar $
Hindistan 4,1 Milyar $
Japonya 4,09 Milyar $
Birleşik Arap Emirliği 3,2 Milyar $
Tayland 3,1 Milyar $
Silah Satanlar
ABD 53,8 Milyar $
Rusya 12,2 Milyar $
Fransa 10,5 Milyar $
İngiltere 8,9 Milyar $
Almanya 7,2 Milyar $
Çin 2,8 Milyar $
Hollanda 2,3 Milyar $
İtalya 1,7 Milyar $
Ukranya 1,5 Milyar $
Kanada 1,3 Milyar $
(Kaynak; Das Jahrbuch Nr. 1 Aktuell 2000, Harenberg, s.424)
Görüldüğü gibi silah alıcıları arasında ilk üçe girmiş durumdayız. Dış borcumuz olan 79 milyar 789 milyon dolar ile yine dünyada ilk 10 da sekizinci sıradayız. Sorarlarsa silah almak için nereden bulunuyor bu paralar? Elbette halktan alınan vergilerden… Ne için gerekli bu silahlar? Hep dört yanımız ‘düşman’la çevrili ya onun için… Ama depremde gördük ki, pek de bize yutturdukları gibi, özellikle halklar bağlamında dört yanımız düşmanla çevrili değil, düşman gördüklerimiz bize bizimkilerden daha da yakınmış… Son 10 yılda silaha yatırılan paranın yalnızca bir bölümü bile felaketlere karşı tedbir için ayrılsa ve hazırlık yapılsaydı
, bizim de enkaz altında koku alacak köpeklerimiz olurdu. Bizim de enkaz kaldırmak için hava yastıklarımız olurdu. Daha nelerimiz olurdu, belki onlarla birçok can daha kurtarırdık. Ama bizdeki düzen buna müsait değildi ve değil de.
Bizde devlet giderlerinin; % 3’ü sağlığa, % 10’u savunmaya (burda Türk ordusunun elindeki sanayi, uçak, savaş için yan ürünler üreten kuruluşların dışta tutulduğunu sadece hatırlatalım) %12’si eğitime giderken (Kaynak Fischer Weltalmanach sf. 46), bütçede felaketler için ayrılan herhangi bir kalemin olmadığını biliyor musunuz? Ama rüşvet ve yiyicilik yarışında da dünyada yine ilk onda sekizinci olduğumuzu da biliyor musunuz?! Deprem için Kızılay’ın ayırdığı bütçe 3-5 Alman markıdır. Yanlış okumadınız aynen böyle. Bu gülünç rakam, ülkemizdeki DÜZENİN nasılına çok iyi cevap vermektedir. Ama Kızılay’ın idare binasının inşası, döşemesi için harcanan para ise; 17 milyon dolardır.
Yaratılan değerleri çarçur edenlerden enkaz altında insan kurtarmasını beklemek yerine “gölge etmeyin başka ihsan istemez” demek daha doğru olurdu. Kurtarma çalışmalarında bu gerçeği de yaşadık. Bir taraftan televizyonlarda banttan “acil kana” ihtiyaç var yazıları geçerken, diğer taraftan “sağlıksız” Sağlık Bakanı “kana ihtiyacımız yok” diyebiliyordu.
Bilindiği gibi ülkemizde yaratılan değerlerin büyük bir bölümü, hep bizlere yutturulmaya çalışılan dış düşmanlardan bizi “korumak” için silaha yatırılmıştı. Bu yatırımlar sırasında kimlerin ne kadar vurgun vurduğunu bir kenara bırakırsak, bu tür yatırımların, özellikle Yunanlılara karşı yapıldığını (onlarda da durum farklı değil, tam tersi) sayılarla ispatlamak çok kolay. Zaten “Türkün Türkten başka dostu yoktur” anlayışı da bunun için gerekli. Ama çirkinlikler arasında bir güzellikte, enkaz altında 51 ülkenin yanısıra, bize uzanan ellerden birinin de Yunan halkından insanların ellerinin olmasıydı…
Aşağıda bu konuda olumlu bulduğumuz Can Dündar’ın bir yazısını olduğu gibi aktarmayı gerekli gördük, hep birlikte okuyalım;
“Kardeşim Nicos!
Bugün 30 Ağustos… Büyük taarruzun yıldönümü… Normalde bugün televizyonlarımız bize, tarih boyu her kapışmada sizinkileri nasıl un ufak ettiğimizi anlatan filmler gösterirlerdi. Hani şu bizim kahraman delikanlının, sizin güzel Eleni’yi tavlayıp gavur hattını yararak cümle küffara balta sallaması ile başlayan ve zafer boruları çalınırken Eleni’nin (yeni adıyla Emine) secde etmesiyle sonuçlanan o çocuksu şahlanış filmlerinden…
Mutlaka aynı filmin “Yunan delikanlı-Türk Kız” versiyonunu sen de defaetle izlemişsindir.
Ama bu yıl pek rağbet görmedi bu türden kahramanlık destanları…
İki nedenle:
Birincisi “bizim kahraman” baltayı Marmara’da taşa vurdu; pek ortaya çıkacak halde değildi.
İkincisi sen Nicos, sen, uzattığın yardım elinde yalnız kızlarımızı oğullarımızı değil, yüz yıllık bir önyargıyı da çekip aldın toprak altından…
“Kardeşim Mehmet, buradayım” diyen sesini duyduk yerin yedi kat dibinde ölümle cebelleşirken… Yıllar sonra birbirini bulmuş iki kardeş gibiydik. Pazar ayininde tepsi dolaştırıldığını gördük, kiliselerde, “yaralı komşu için…”
Boşuna dememişler, “Ev alma, komşu al” diye… Yıkıldı evimiz, yetişti komşumuz… Akın akın kan vermeye koşmasına tanık olduk “kara gün dostlarımız””n… Kanlı düşmanlardık bir gün önce; kan kardeş olduk deprem ertesinde…
Derken, 15 Yunanlı hemşire koştu yaralarımızı sarmaya… 58 kişilik kurtarma ekibini Avcılar’da küçük Güvenç’i 97. saatin sonunda enkaz altından çıkarırken gördüm. Sarılıp ağlaşıyorlardı Güvenç’in ailesiyle…
Çoğumuz ilk kez bu facia sayesinde öğrendi senin, bizden bildiğimiz, bakan dediğimiz adamdan daha yakın olduğunu… Dostluğun dilinin, dininin olmadığını gördü ilk kez… Kim Güvenç’in ailesine “Onlar düşman” dedirtebilir ki artık…
Yunan sismograf Prof. Papazahos’a göre son depremdeki toprak kayması, Türkiye’yi Yunanistan’a doğru 2 metre yaklaştırmış.
Bence daha fazla Nicos… bence daha fazla!..
***
Bilmem farkında mısın, şu bedbaht asırda her felaketin ardından biraz daha sokulduk birbirimize…
Harp ettik yıllarca/ Venizelos, Gazi’yi Nobel’e aday gösterdi sonra…
Kıbrıs müdahalesi, sizin darbeci generallerin kuyusunu kazdı.
Sonra bizim generallerin darbesi, sizi NATO’ya üye yazdı.
Şimdi deprem, Avrupa Birliği’nin mali desteğine çekincelerinizin kalkmasıyla sonuçlanacak belki de…
Yarılan toprak, kalıcı bir dostluğa yol açıyor adeta…
Her göçüğün altından acılara bulanarak, dostluğa susayarak çıkıyoruz.
Biz bu depremde bir kez daha gördük çaresizliğimizi, yoksulluğumuzu… Bir gece yarısı homurtuyla başımıza çöken, yalnızca çürük evlerimiz değil, bunca zaman baba bildiğimiz devletin itibarıydı da aynı zamanda… Bir çadır bile bulamadık sığınacak… Enkazdan kurtardığımız canları, tifoya kurban verdik.
Çünkü elimizdekini avucumuzdakini uçakla, silaha yatırmıştık Nicos…
Size karşı… sizin gibi…
Ölesiye harcadık, öldüresiye silahlanmak için… Ağzımız açık, hayran hayran bakarken jetlerimizin gürültüsüne, aklımıza gelmedi dönüp bakmak evlerimizin döküntüsüne…
Şimdi tepeden tırnağa silahız, lakin yoksul ve açız işte…
Leopar tankından çok, koku alan bir köpeğe ihtiyacımız vardı geçen hafta…
Bir F-16 parasıyla kaç seyyar hastane alınırdı acaba Nicos? Kaç çadır örterdi üstümüzü, kaç battaniye sarardı?
Kaç okul yaptırılırdı, kaç çocuk kurtarılırdı bir füzenin parasıyla?..
Aş demektir barış, Nicos… Bunu anladık artık;
… dostluğumuz, ekmeğimizdir.
***
Şimdi Ege’de işler düzeliyor gibi… ama kanmamak gerek.
Bilmez misin, tepedekiler tepişmemizden alırlar güçlerini… Bugün barış çubuğu yakar, iki gün sonra savaş baltalarını çıkarırlar topraktan…
Kanmayın bunlara!..
Depremde bizimkiler ortadan kaybolunca sizin gazetelerden biri “Bizim işçiler tehlikede olduğu zaman da Simitis ortada görünmez” diye yazmıştı.
Tam da o eski şarkıdaki gibi:
“Boğazda bir köşede/ Gün batarken Yannis ağlıyor/ Yanında Mehmet/ içip türkü söylüyor:/ ‘Ben Türküm, sense Rum,/ Ben de halkım sen de…/ Sen İsa dersin, ben Allah/ Lakin her ikimiz de ah ile vah”.
Gel artık, onlara bırakmayalım dostluğun bayrağını…
Tabiplerimiz, talebelerimiz, yazarlarımız, ozanlarımız kursun köprüyü… Yardım ekiplerimiz, işadamlarımız, halklarımız kursun… ki yıkılmasın kolay kolay…
Ege’nin balığına rokayı katık edip rakı içelim, deniz ve güneşle birlikte ekmeği üleşelim ve Ritsos’tan dizeler okuyalım birbirimize:
“Yalnız değiliz. Onlar bunu bilmiyor/ Sen at ilk adımı, buluşacaksınız/ Barışın boruları çalsın!../ Başlasın genel seferberliği başakların, güllerin…/ Kimse bir başına olamaz/ Ver elini kardeşim.” (Can Dündar 30.08.99 /Sabah)
Ne güzel de yazmış değilmi?! Yoruma hiç gerek yok.
Şimdi birazda eldeki imkanların neden doğru dürüst kulanılamadığına değinelim. Türkiye’de potansiyelin güçlü olduğunu herkes bilir, sağlıklı bir vücut istiyorsak öncelikle sağlıklı bir beyine ihtiyaç vardır. Ancak sağlıklı bir beyin, vücudun hareketlerini doğru koordine edip, kontrol altında tutabilir. Tersi durumlarda, bir ayak başka yöne, diğeri başka yöne, gövde başka yöne yönelir. Dışardan gelecek zararlı etkilere karşı top yekün vücut tepkisi gösterilemez.
İşte bizdeki mevcut düzenin başı devlette durum bundan ibaretti. Sağlıklı beyinler bizleri idare etmediği için, elleri ayakları hemen birbirine dolaştı.
Bunun sonucu Demirel “4,5 saat hiçbir yerle iletişim kurulamadığından” dem vurabildi. Bunun için Başbakan Ecevit, “TV kameraları aracılığı ile haberleşmeye” çalıştı. Bunun için son dönemde her derde deva olan “Kriz Masaları” krizin kendisi oldu. Komünikasyondaki bu rezaletin temeline çok basit bir örnek verelim… 17.09.99 tarihli Hürriyet’te şöyle bir haber geçti: “Telsiz Genel Müdür Yardımcısı Yücel Kuru, ‘1980’e kadar santrallar için özel binalar zorunlu iken, bu zorunluluk 80 sonrasında kaldırıldı’ dedi. 80 sonrasında politika değişikliği ile bu karardan vazgeçildiğini bildiren Kuru, ‘Bu tarihten sonra haberleşme cihazlarımız için özel yapılar aramaktan vazgeçtik. Hertürlü binanın içine yerleştirildi. Bu nedenle son depremde de tüm cihazlarımız enkaz altında kaldı.’
Kuru özellikle kriz masasındaki yetkililerin haberleşmesi için 27 adet uydu bağlantılı (İridium-telefon, her şart altında çeker, mevcut hatlara bağlı değildir, onlardan etkilenmez. / BN) cep telefonu dağıttıklarını da belirterek, ‘bu telefonlar açık havada kullanılır. Bu telefonları kutusundan dahi çıkarmayan görevliler var. Haberleşme için bölgeye gönderdiğimiz cihazların bir kısmı valiliklerin ve kaymakamlıkların özel odasında kutu içinde duruyor’ dedi.”
İşte bu basit örnek de gösteriyor ki, bizleri idare edenler bu kadar “sağlıklı” beyinlere sahipler. Sorun birkaç vali veya kaymakam sorunu da değil… Balık baştan kokmakta!
Fakat hâlâ halk çığlık atıyor: “Nerdesin devlet?”.
Nerede olacak, olacağı yerde… O sıralar “hırsızlara, düzenbazlara, rüşvetçilere, Susurluk vs. türü katillere, ırz düşmanları ve benzerlerine” af çıkarmakla meşguldü. Tepki görünce, ortam müsait omadığı için, sonradan çıkarma meşgalesiyle uğraşmaktaydı. Ya da depremin beraberinde getirdiği yükü yine enkaz altında kurtulanların sırtına yıkmak için, yeni vergiler çıkarma peşinde. Geçerken hatırlatalım, deprem ertesi petrol ürünlerine yapılan zam (Saddamın bedava petrol pompalamasına rağmen), curcunadan gözlerden kaçtı.
Evet bu depremde acımız gerçekten büyük… Öyle büyük ki, gazetelere “Enkaz altında amiraller de var” yazdırdı!!! Birşeyi gözden kaçırmamak lazım, tek tek kişilerden bağımsız olarak, halk ile düzenin “koruyucuları” arasındaki farkın silinmesi çabalarına karşı uyanık olalım.. Depremin kimi ne derece vurduğunu sonuçları ile birlikte yaşıyoruz ve uzun süre yaşayacağız. Bizimkiler damlayan çadırlarda, çamurların içinde, onlarınkiler daha sağlıklı ve iyi yerlerde. Bizimkiler kepçelerle toplu mezarlara üzerlerine kireç dökülerek gömüldü, onlarınkiler devlet törenleri ile…Bu ufak bir ayrıntı, aman haaa! Gözden kaçmasın!
Deprem bölgesine çığ gibi yardımlar yağdı. Gerek yurtiçinden ve gerekse yurtdışından yağan bu yardımların koordinasyonunda devlet yine beceriksizliğini gösterdi. Amacı gelen tüm yardımları tek elde toplamak ve sonuçta depremzadelere ulaşan yardımların devletten geldiği fikrini aşılamaktı. Ama her felakette olduğu gibi; giden yardımların yeni zenginler yaratabileceği düşüncesi bu depremle daha da berraklaştı. Bu bağıntıda devlete olan güvensizlik haklı olarak daha da temel buldu. Bunun için gönüllüler, sivil toplum örgütleri topladıkları yardımları kendi elleri ile teslim etmeyi yer yer ilke edindiler. Yardımlar bağıntısında sevindirici olan esas yan; son 40 yıldır gelişmekte olan bireycilik, köşe dönme zihniyeti ve pratiğinin zelzeleye uğramasıdır. Ortak sorunlar karşısında halkın tek yumruk olması, dayanışmanın çok güzel örneğiydi. İşte öne çıkarılması gereken budur.
“Sevginin Richter ölçeği… Ülkeye depremle birlikte bir sevgi seli yayıldı. Devletin yetersiz kaldığı her alanda halk, birlik olup kendi başının çaresine bakıyor, hırslar unutuldu. İnsanlarda sevgi ve umut var” diye yazan Radikal gazetesinin bu tespitlerine aynen katılıyoruz. Ekleyerek diyoruz ki, bu sevgi ne kadar bilinçli olursa, karşısına çıkacak bentleri ve engelleri o derece rahatlıkla aşacaktır. Umut ve gelecekte burda yatmaktadır.
Ayrıca, 51 ülkeden gelen çeşitli insani yardım destekleri, insanların bu gezegende ortak çıkar ve sorunlarına verilen bu destekler, dikenlerle dolu dünya denen bahçemizde, yeni açmakta olan gülleri andırıyor, kayıtsızlığa ve düşmanlıklara, bugün hafif bir tokat olsa da, yarının büyük şamarlarını içinde barındırıyor. Hele hele ülkemiz açısından; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” düşüncesinin tokatlanması, bizim açımızdan en güzel derstir.
“İşte komşuluk bu” düşünceleri ümit ederiz ki, kesintiye uğramaz!
Yukarda alıntıladığımız Can Dündar’ın yazısı buraya da yakışırdı, ama isteyen dönüp bir kez daha okusun deriz.
“Vatandaş öldü, devlet sitem ediyor”; hani bir laf vardır, “aç tokun halinden anlamaz” ne güzel uyuyor. Halkın devletten beklediği yardımı görmemesi, tepkiye neden olmuştur. Bu tepkiler devlete karşı seslerin yükselmesini beraberinde getirmiş ve yükselen sesler basına ve televizyon kanallarına yansıyınca; devlet temsilcileri ilk etapta sitem etmiş, ama aba altından sopayı göstermeyi de asla ihmal etmemiştir. Kanal 6’ya verilen 7 günlük yasak bunun içindir. TRT dışında tüm kanalların yasaklarla tehdit edilmesi bu yüzdendir. Yer yer aba altından ve yer yer de açıktan gösterilen bu sopalar; hemen hemen tüm basın yayın kuruluşlarını bir hizaya getirmiş, ilk günlerdeki kontrolsüz, devleti teşhire yönelik yayınlar kontrollü hale gelip devlete ve onun çeşitli kurumlarına, özellikle de askeriyeye övgüye dönüşmüştür. Başlangıçta “asker neden geç kaldı” diye sorulan sorular yerini, askerin gösterdiği fedakârlıklara(!) bırakmıştır. Eh Türkiye’de bazı istisnalar dışında, “galiba basın yayın da bu düzenden beslenmekte” düşüncesi, kendine bu örnekte yer arayabilir.
Bu depremde üzerinde durulması gerek bir başka nokta da Tüpraş ile ilgili gazetelerde yazılanlar;
“Zarar çok büyük, günlerce alev alev yanan Türkiye’nin en büyük rafinerisi Tüpraş’ta tehlike geçti…” yazıyordu gazeteler. Önce Tüpraş’ta yangın söndürme sisteminin depreme hazırlıklı olmadığının bilinmesi gerekir. Diğer taraftan yangının geçmiş olması, asla tehlikenin geçtiği anlamına gelmediğinin de bilinmesi gerekir. Çünkü, günlerce alev alev yanan rafineriden göğe çıkan zehirli gazlar, asit yağmurları olarak yere yeniden inmiş, insanlar ve toprak zehirlenmiştir. Bölgenin ekolojik yapısına uzun süreli zarar verecek bir durum ortaya çıkmıştır. Nasıl ki Çernobil’deki zararın etkileri sonradan ortaya çıktı ve çıkıyorsa, bu bölgedeki zararın ekolojik etkileri de 10-15 yıl sonra kapımızı çalacaktır. Bu anlamda diyet sonradan ödenecektir.
Bu bağıntıda; “deniz sahilden intikam aldı” şeklindeki yaklaşımlar, insanların kendi hatalarını doğaya mal etmektir. Doğa her olayda olduğu gibi, Değirmendere’de sahil doldurularak kazanılan 150 metrelik alanı kendi kuralını yaşatarak geri almış ve insanlara birkez daha dengeleri bozmama uyarısında bulunmuştur. Ya doğanın kurallarını iyi tanıyarak uyar ve onunla uyum içinde yaşarsın, o zaman felaketler kapını çalmaz; ya da uyum sağlanmaz ise, her felakette büyük acılar ve zararlar görürsün!
Nokta Dergisi 29.08-04.09.99 tarihli sayısında, “Nasıl sarılacak ruhlardaki yaralar?” diyor… Asıl sorulması gereken; beyinlere işlenen devletin rolünün etkisi ne olacak? Bugün ruhları etkilenen çocuklar büyüyecek ve yarın bugünü bizden daha fazla sorgulayacaktır, o zaman devlet aynı hataları kaldırmaya fırsat bulabilecek mi? Eminiz ki çocuklarımız bizden daha da ileride olacak, bizim bıraktığımız faturaların hesaplarını da soracaktır.
Aktüel Dergisi 02-08.09.99 tarihli sayısında “17 Ağustos Zihniyet Devrimi… Türkiye’nin yaşadığı büyük deprem felaketinin ne tür sonuçlar doğuracağı tartışılıyor şimdi. İlk sonuç: En büyük darbeyi, devletin güçlü olduğu inancı ile, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’, milliyetçiliği aldı..” derken haksız da değiller. Ancak bir şartla: Eğer insanlar unutmazlarsa! Menderes Yassıada’da; “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” (İnsan unutma özürlüdür / BN) derken, önemli bir noktaya dikkat çekmişti. Hepimiz hatırlarız, Susurluk olayında da zihniyet değişikliğinden bahsedildi. Sonuç: Kısa bir zamanda unutturuldu. 6-7 ay sonra bu depremin etkileri de, Susurluk’un akibetine uğrayabilir. Bunun için HİÇBİR ŞEYİ UNUTMAYIN DEMEK en doğrusudur.
Yine aynı sayı Aktüel’de “45 saniyede, toplumsal değişimin ve dayanışmanın simgesi oldular. Kırmızı umut AKUT” diye yazar; elbetteki AKUT vb. gönüllü kuruluşların çabaları takdire şayandır. Ülkemizin bu tür sivil toplum örgütlerine ihtiyacın son derece fazla olduğu artık bilinen gerçek.. Kızılay vs. türü kuruluşların da böyle kurulduğunu geçmişi biraz karıştıran bilir. Ümit ederiz ki, AKUT bu yapısını koruyarak, bir sivil toplum kuruluşu olarak felaketlere koşmada örnek tavrını devam ettirir. Ama son gelişmelerle bu ümidimin zayıfladığını maalesef belirtme ihtiyacı duyuyorum. Çünki “AKUT’U öptüler!” İlk günler, bakanlar tarafından “Şov yapıyorlar!” şeklinde suçlananlar, şimdi Demirel’in huzuruna çıkabiliyor, Yunanistan’a giderken kendilerine uçak tahsis ediliyor ve 5,8 ölçekli İzmit artçı depremine helikopterlerle taşınabiliyorlar. Bunlar hayra yorumlanacak şeyler değil. Günah mı çıkarılıyor acaba?! Bence bu kadar rezilliğin sorumlusu devletin günah çıkardığı falan yok! Planların başka şeyler olduğundan şüphelenmeye hepimizin hakkı da var. 20 yıldır Kızılay’ın başına çöreklenmiş olanlara ses çıkarmayanlar, AKUT’u neden öpüyorlar acaba?! Bu sorunun cevabını da herkes kendisi araya dursun.
Sonuca geldik… Nokta dergisinde “Deprem vesile oldu. Zihniyet katletti” diye yazıyor. Ben bunu şöyle tamamlamak istiyorum: DEPREM doğa olayı ve insanımız onunla yaşamayı öğrenmek zorunda. Bozuk DÜZEN ve onu ayakta tutan DEVLET bu doğa olayının felaketle sonuçlanmasının sebebi ve sorumlusudur. Katleden zihniyetin sebebi ve sorumlusunu doğru yerde aramak, gelecekteki her türlü felakete hazırlıklı olmanın temel önkoşuludur. Bu önkoşul kavranmadığı ölçüde, daha büyük acılarla karşılaşmamız engellenemez. Bugün İstanbul ucuz atlattı diyorlar, ben de diyorum!!!
Çıkardığımız dersleri alt alta sıralamak yerine, sözü Nazım Hikmet ustayla noktalamak istiyorum…
Hoş geldin bebek
Yaşama sırası sende
Senin yolunu gözlüyor kuşpalazı
boğmaca kara çicek sıtma ince hastalık
Yürek enfarktı kanser filan
İşsizlik açlık filan
Tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası
yer DEPREMİ sel baskını
Kuraklık falan
Karasevda ayyaşlık filan
Polis copu hapishane kapısı falan
Senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
Hoş geldin bebek
Yaşama sırası sende
Senin yolunu gözlüyor sosyalizm…. filan
Nazım Hikmet, 10 Eylül 1961/Leipzig
Ş. MAHZUN