Karanlığa gizlenen yağmur far ışıklarına tutulunca renkli çizgilere dönüşüyor. Dolmuşta yalnızım. Sürücünün kafası bozuk. Ara sokaklara, kaldırımlara bakınarak müşteri arıyor. Hızlı yürüyen biri bu dolmuşu geçebilir.
Sokak köpeklerinden, turunç dallarında şakalaşan sığırcıklardan, feneri nerede söndüreceğine henüz karar verememiş gececilerden başkası yok ortalıkta.
Koltuğunda bir çeyrek dönerek oturmuş sürücü, ara sıra beni aynadan dikizleyerek sırf inat olsun diye bağrı yanık arabesk kasetlerden birini sürüyor teybe. Akşama kadar kapı kapı dolaşmışım, yorgunum, birkaç işyeri patronu umut verip yarın gelmemi istemiş, kafam oralarda, bana ne sürücünün afra tafrasından? Mahalle kahvesinde oturup kumar izleyen biri olur ya, yanında oturduğu kumarcı şanssızlığını ondan bilerek gözünün döndüğü bir anda kalkıp kafasına sandalyeyi geçiriverir. Bu da öyle işte. Bu uzun hattı tek yolcuyla gitmesinin sorumlusu benmişim gibi bakıyor. Kaset çaların sesini iyice açıyor, ayağını debriyajdan ansızın kaldırıp frene sertçe basıyor… Bir şey söylesem… Amacı beni örseleyip dolmuştan indirmek. Gecenin bu vakti bir dolmuş bulmuşum, iner miyim? Koltuğa iyice yapışıp direniyorsam da yararsız. Ne kadar saygısızlığı varsa gösterip tek kişiyle gitmenin acısını benden çıkarmaya kararlı. Aynaya bakmamaya çalışıyorum; çünkü göz göze geldiğimizde tepesi atacak gibi oluyor. Doğrusu suçluluk duymuyor da değilim. ‘Oooh, kurulmuşsun arkaya güzel güzel,’ diyor sanki. ‘Babanın dolmuşu ya. Bunun kaç para benzin yaktığını biliyor musun oraya kadar? Nerden bileceksin ki? Bütün bildiğin kapağı bir an önce eve atmak. Yok öyle avanta, arkadaş! Paşa şoförü değilim ben. Boş giderim daha iyi.’
Durağa yaklaşıyoruz. Boyunlarını omuzlarının içine çekip birbirlerine sokularak bekleşen kalabalığı görünce seviniyorum. Sürücü, havalı bir kalkıştan sonra sert bir frenle duruyor. Öndeki koltuğa sıkıca tutunup kafamı demire çarpmaktan kurtarıyorum. ‘Bak, sandığın kadar da uğursuz biri değilmişim,’ der gibi bakıyorum aynadan. ‘Tasalanma, kendimden başkasına şanssızlık getirmem ben. Günlerdir dolaşıyorum, küçük bir iş olsun bulamadım.’
Ne insafsız. Aldırmıyor bile. Hatta gıcık olayım diye teybin sesini daha da açıyor. Üstüne bir de Amerikan sigarası. Paşa şoförü olmaktan kurtuldu ya, havası yerinde şimdi. Gözleri sabah kahvesi gibi tütüyor. Birkaç ördek daha düşürmek için –dolmuşçular bu saatlerde yoldan topladıkları müşterilere böyle derler- durup durup kalkıyor. Sıra bende. “E hadi be kardeşim,” diye mırıldanıyorum, “boşa düşmedin işte. Sür de evimize varalım bir an önce. Böyle gidersen…”
‘Ne o hemşerim, bir şey mi dedin,’ diyor bakışları. ‘Paşalık bitti. Beğenmiyorsan dolmuştan iner, taksiye binersin.’
İşte bir ördek daha. Onu da alıyor. Sıra ücretlerde. Saçları arkaya yatmamak için direnmiş, ince, soluk yüzlü bir genç parasını uzatıp, “Bir öğrenci alır mısınız?” diyor. Öğrenci ücreti alınıp paranın üstü uzatılıyor. Kasketi yana kaykılmış orta yaşlı biri, “Buradan bir emekli alsana yavrum,” diyor.
“Bir emekli de buradan,” diyor yanımda oturan yaşlı kadın.
Otuzunda bile göstermeyen şu kaytan bıyıklı da emekli ücreti ödüyor. Pekala bu delikanlı? “Bir gazi alır mısın buradan?” demez mi? Kırkına merdiven dayamış şu herif öğrenci ücreti ödüyor. Yakası bağrına kadar açık, altın dişli, saçlarını ortadan ikiye ayırmış şu kurnaza ne demeli peki? Elindeki tespihi şaklatarak, “Bir memur da buradan kes kardaş,” diyor.
“Bir öğrenci de buradan.”
“Bir memur.”
“Emekli.”
“Dul.”
“Yetim.”
“Malul.”
“Gazi.”
Az ötede binen iki polis hiç ücret ödemiyor. En çok da bu gücüme gidiyor. Ben ne diyeceğim şimdi? Bu kadar insanın içinde bir ben mi sivil ücret ödeyeceğim? Bunu yaparsam, hasılatın üçte birinin indirime gittiğine üzülmez, bir benim sivil ödediğime sevinir bu adam, eminim. Kararlıyım, ona bu keyfi yaşatmamak için düşündüğüm şeyi uygulayacağım. Göreceğiz bakalım, kim kimden öç alıyormuş. Yüzünün ne renge gireceğini doğrusu çok merak ediyorum. Elimdeki bozukluğu uzatıp herkes duysun diye üstüne basa basa, “Bir kişilik işsiz!” diyorum.
Dikiz aynasından bakmıyor bu kez, dönüyor. Gözlerimin içine yılışarak bakıp, “İşsiz olmaz,” diyor. “İşsiz kabul değil.”
Zafer DORUK