21. Dünya Felsefe Kongresi, İstanbul 10-17 Ağustos
Felsefe, dünya sorunlarının çok uzağından, sönmüş bir yıldız gibi geçti…
Felsefe en genel anlamda; gerçekliği bilme, açıklama, anlamlandırma ve değiştirme bilgisidir. Bu yönüyle felsefi bilgi, içinde yaşadığımız dünyaya, varoluşumuza dair hem bilgi sunar hem de anlam üreterek, tavır ve konum kazanmamızı sağlar.Yön verici ve kimliklendirici bir işleve de sahiptir. Gerçekliğe dair doğru bilgi üretemeyen felsefe, yön göstermede de yanılacaktır ve hatta gerçekliğin çok ötesine düşecek, hayatın devamlılığı içinde önemini koruyamayacak ve öznel yanılsamalar yığını, anlamsız sözler toplamı olarak değersizleşecektir.
21. Dünya Felsefe Kongresi’nin konusu “Dünya Problemleri Karşısında Felsefe” idi. Bu kongrede felsefecilerden beklenen, dünya sorunları karşısında hangi bilgilere dayanarak hangi açıklamaları getirdikleri ve bir çözüm yöntemleri var ise bu sorunlara nasıl bir çözüm arayışı içinde oldukları, bir birey olarak bu sorunlara tavırları, ve bu sorunlar karşısında hangi tür tavırların doğru olduğuna dair yargılarıydı.
Dünya Felsefe Kongresine, 83 ülkeden 1100 felsefeci davet edildi. Altıyüz kadar felsefeci kongreye katıldı. 12 ayrı salonda yapılan ana oturumlarda; “Felsefenin rolü: Aydınlanma, postmodern düşünce ve diğer perspektifler”, “Bilim ve teknolojideki yeni gelişmelerde karşılaşılan etik ve felsefi sorunlar”, “Globalleşme ve kültürel kimlik, insan hakları, devlet ve uluslararası düzen” başlıklarında tartışmalar düzenlendi.
Sempozyumlar ise: “Eşitsizlik, yoksulluk ve gelişme: Felsefi perspektifler”, “Şiddet, savaş ve barış”, “Demokrasi ve geleceği: Yurttaşlık ve sivil toplum”, “İnsan hakları: Kavramlar, problemler ve beklentiler”, “Türkiye’de felsefe” başlıklarını taşıyordu. Ayrıca 1600 kadar bildiri sunuldu. Dil felsefesinden matematik felsefesine, Marx’tan Sartre’a, Ortaçağ felsefesinden Afrika felsefesine kadar bir çok konuda oturumlar düzenlendi. Ayrca öğrenciler için düzenlenen oturumlarda gençler, postmodern çağda siyasal eylem, insan hakları, yabancı düşmanlığı ve öteki sorunu gibi başlıklarda tartıştılar.
“Eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, savaş” bugün içinde bulunduğumuz dünyanın olgularıdır. Bu olguları ele alan oturum ve sempozyumlarda bunları ortaya çıkaran nedenler ve önlenmesi için yapılması gerekenler konusunda dilek ve temeninin ötesinde gerçekten doğru olanın, olması gerekenin, izlenmesi gereken yönelim ve tavrın ortak iradeye dönüştürülmesi yolunda ne bir eğilim ne de bir çaba vardı. Genel olarak kongreyi izleyenlerde, felsefecilerden hem bir açıklama hem de bir tavır koyma beklentisi vardı. “Eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, savaş” diye belirlenen ana konularda hiç bir ortak deklerasyon çıkmadı. Hatta bu konularda oldukça muğlak, belirsiz, net olmayan ifadeler kullandılar. Bu konuları gerçek dünya sorunu olarak ele almaktan da uzak, yalnızca kavramlar olarak tanımladılar ve bu kavramlara geçmişte felsefeciler nasıl yaklaşmıştır yönelimi içinde, okul ödevi tarzındaki akademik açıklamalara boğdular. Çünkü onlar belli bir eğitim prosedürü içinde belli tarzdan yorumlar edinmişlerdi ve bu yorumlar da çoğunlukla Kant’ın, Heidegger’in, Jaspers’in etik yaklaşımlarmın bir tekrarı idi. Örneğin “terör” kavramını ele alırken Kant’ın etik ilkeleri ışığında ABD başkanı Bush’un perspektifi onaylandı. Hatta ABD’nin saldırmakla tehdit ettiği ve hedef gösterdiği ülkeler, terör eylemlerinin merkezi olarak tanımlandı. ABD müttefiki İsrail’in ise terör kapsamında adı dahi geçmedi. Kongrenin en tanınmış felsefecilerinden, 1968 gençlik hareketinin ruhani lideri olarak takdim edilen ve kongrede ABD’ye karşı belki de bir iki söz edebilecek simalardan biri olarak görülen Jürgen Habermas, ABD emperyalizmine bırakalım karşı gelecek tarzda bir ifadeyi, çok dolaylı bir ima ile “hegemonya-ABD” sözcüklerini yanyana kullanarak muhalefet etti izlenimi veren bir sunum yaptı. Habermas’ın dünya sorunlarını “iletişim etiğine” indirgeyen
, iletişimsel etik yaklaşımı üzerinden açıklama yapacağını ve bu çerçevenin dışına çıkmayacağını tahmin etmek aslında zor değildi. Kültürel çoğulculuğun, bir iletişim sorunu olduğunu ve iyi iletişimle iyi toplumsal sistem kurulurmuş gibi, iletişimle hayata geçecek etik ilkelerin, kültürel çoğulcu toplumun ilkeleri olabileceğini savundu. “Demokrasi deyince genel ve kamusal bir iletişimin kurumsal olarak güvencelenmiş biçimlerini anlayacağız, bu iletişim insanların, sonsuz genişletilmiş kullanım güçlerininin nesnel koşullarında nasıl yaşayabilecekleri ve nasıl yaşamak istemesiyle ilgilenmektedir.” şeklindeki yaklaşımıyla demokrasiden yalnızca “söz hakkı”nı anladığını söylemiş oldu. “İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim” adlı kitabında da Habermas bu konuyu açıklamış ve Marx’ın “birleşik maddi ve düşünsel üretici güçlerin, özgürleşmiş bir toplumun yararına ve bu toplumun özgürlüğü için üretimde bulunmasına özgürlüğün asgari koşulu olarak” bakmasını eleştirmişti. Habermas’a göre demokrasi; toplumsal eşitlik anlamına gelmediği gibi, siyasal eşitlik anlamının da gerisinde, yalnızca “söz hakkı” temelinde iletişime güvence elde etmedir.
Kongrede dikkat çeken tanınmış düşün insanlarından biri de Şeyla Benhabib idi. Benhabib, Almanya’da Habermas’ın öğrencisi olarak felsefi kariyerini tamamladı. O da Habermas gibi Alman filozofu Kant’ın felsefesini kendine çıkış temeli yapan ve toplumsal ilişkiler sistemini; üretim ilişkileri temelinden uzakta, ahlaki değerler, etik ilkeler temelinde çözümleyen tipik bir Kantçı. Ahlaki bağları, modern hayatın hukuk sisteminin temeli yapabilme ve böylece sistemi ahlaken de onaylanabilir bir sistem haline dönüştürme onum felsefi projesini oluşturuyor. Örneğin “modern toplumun yargıçlarının verdiği kararlar ahlaken onaylanabilir kararlar mıdır?”, “hukuksal kararlar veren uluslararası organların bu kararaları etik olarak ne denli onaylanabilir?” gibi sorularla Benhabib, evrenselleştirilebilir, genelleştirilebilir etik ilkelerle; “öteki” diye adlandırılan, çoğunluk olduğu halde marjinalleştirilmiş, sistemin dışına atılmış ve kendilerini ifade etmekten imtina ettirilmiş kesimleri ifade edecek ve onları da sistemin kapsam alanına sokacak, sistem değerleriyle bütünleştirecek bir proje peşindedir. Genelleştirilebilir bir ilke ile dünyayı düzene sokmaya gelince, bu yaklaşım Kant’ın “evrensel bir ilke olmasını isteyebileceğin bir kurala göre eylemde bulun” tezi üstüne şekillenmiş arayışlardır. Hegel’in dediği gibi, bu görüş en iyi ihtimalle tutarsız, en kötü ihtimalle beyhudedir. Aslında olup bitenin akli bir ilkeye dayandırılması, yalnızca olan bitene, yani kongrenin konusu da olan “savaş, eşitsizlik, yoksulluk, açlık” gibi sorunlara “aklın onayı-rasyonel rıza” sağlamayacak mı? İçinde yaşadığımız koşullara akıl yoluyla ilke tarzında bir onay üretmek, bu duruma politik bir meşruiyet de yaratmış olmayacak mı? Bush’un Irak işgaline “sınırsız özgürlük”, insanları yakarak öldüren cezaevleri operasyonuna devletin “hayata dönüş” adını vermesi bu eylemlere rasyonel bir onay yaratma ve bu yolla politik meşruiyet üretme kaygısından kaynaklanmıyor muydu? “Ötekilik” durumunu ortadan kaldırmak için, evrensel ilkeler ortaya atmanın çözüm olabileceğini zannetmek ve sistemin her geçen gün daha da yoksunlaştırdığı kitleleri bir söz bağlamı içinde kurtarılmışlar saymak, toplumsal yapıya hiç müdahale etmeden, kavramların içeriklerini değiştirince gerçekliğin kendisi de değişti zannetmek; bu ne büyük bir skolastik, bu ne büyük bir dogmatizm!
Bir konuda ilke belirlenince, bu konuyla ilgili konuların bu ilkeye göre çözüleceğini zannetmek ve bu yüzden de savaşlar olmamalıdır ilkesiyle, barışı güvenceye almak; ilkelerin gücünü nereden aldığına bağlıdır. Kant, “Hiç bir devlet, başka bir devletin anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır.” dedi diye savaşlar engellenmedi. Savaşın kaynağı uzlaşmaz çelişkilerdir. Çıkarların karşıtlığıdır. Yürürlükte olan ilkeler, toplumsal güçlerin birbirlerine karşı pratikteki güçlerinin konumunu gösterir. Güçlenen kesimler, yeni ilkeler ortaya koyarlar. Bu bakımdan ilkelerin kendi başına bir gücü varmış gibi, ilkelere değer atfetmek yerine, bir ilkenin ardındaki gücün somut niteliğine bakmak gerekir. Kongrede dile getirilen “Birleşmiş Milletler örgütünün daha fonksiyonel olması ve ABD’nin gücünü sınırlaması” beklentisi de sanki hayal edilen bir gücün olaylara müdahale etmesi şeklinde tasarlanarak kurgulanamaz. Tam tersi, BM gücü, dünyadaki emperyalist güç blokları üzerine kurulmuş bir dengedir. Gerçek varlığının ötesinde BM organizasyonuna ilkesel bir değer atfetmek bir çözüm üretmek değil, yine egemen güç unsurlarına el açmak anlamına geliyor. Bunu Kantçı anlamda savunuyorum demekle de bir çözüm arayışına girilmiş olmuyor. ABD işgaline karşı temiz bir “hayır” telaffuz etmek dahi bir tavır idi ama bu pasif tavır dahi, boğazına dizilince, BM-hegemonya gibi kavramların etrafında çırpınıp duruldu.
Habermas’ın hegemonya-ABD ilişkisi üzerine muğlak tespitlerine inat bir iki net konuşan felsefeci vardı ve Marxizm adına çıkmış bir çok felsefeciden çok daha net ifadelerle olguyu özetleyiverdi. ABD’de yayınlanan Felsefe Forumu dergisinin yayıncısı Lesnor, ABD’deki radikal hristiyan-yahudi siyaset ve sermaye kesimlerini ele aldı. ABD’de egemen Bush kabinesini eleştirdi ve bu kabinenin güç kazanmış bir köktendincilik akımı olduğunu ve bunların İsrail’e koşulsuz destek sunan bir kabine olduğunu belirtti. “Köktendinci akımlar” diye gösterilen tehlikenin aslında Amerikan egemenliğini, saldırısını meşrulaştırmak için ürettiği bir maske olduğu tespitleri oldukça yerinde tespitlerdi.
“Amerika, her zaman dindar bir toplum olmuştur. Son dönemde köktendinci eğilimler Başkanlık düzeyinde güç kazandı. Başkan’ın dini mesajlar vermesi yadırganıyor. Kendi partisi içinde bile tepki var.
Köktendinciler İsrail devletini koşulsuz destekliyor. Yahudiler, Filistin’in kontrolünü ele geçirir ve kutsal tapınak yeniden inşa edilirse, İsa’nın geri döneceğine inanıyorlar.
Hristiyan sağ bu argümanı kullanıyor. Arkalarında Siyonistlerin maddi desteği olduğu kesin. Bu Hristiyan Siyonistlerle, Yahudi Siyonist ittifakı.
Siyasi sistemin tek meşru savunması, demokrasi ve özgürlük iddiası. Demokrasi kavramını ortadan kaldıramazlar, ama içini boşaltıyorlar. Şimdilerde özgürlükler kısıtlanıyor. İnsanlar bundan rahatsız…”
Doğrusu bu tespitler, olguların dolaysız bir okuması idi.
Türkiye’den bir çok felsefeci kongreye davet edilmemiş olmaktan şikayetçi idi. Hatta bir çok tebliğin kongreye alınmamış olması da kongrenin onayladığı görüşlere açık olduğunu gösteriyordu. Kenan Güngör’ün Şubat Basım tarafından hazırlanan “The futureless of Capitalism and the Philosophy of Uncertainty” (Kapitalizmin Geleceksizliği ve Belirsizlik Felsefesi) adlı tebliği kongreye kabul edilmemişti. Gerekçesi ise Kenan Güngör’ün hapiste oluşu idi. Bunun üzerine Kenan Güngör’ün tebliğini yine felsefe ile ilgilenen ve F tipine karşı ölüm orucu eyleminden sonra tahliye olmuş arkadaşı Barış Gönülşen kongrede sunmuş ve sonra da tebliğin yazarını açıklamıştı. Edirne F tipi cezaevinde olan Kenan Güngör, tebliğle ilgili Radikal ve Cumhuriyet gazetesindeki haberlerden sonra cezaevi yönetimince sorgulanmıştı.
Kazak felsefeci A. Zhabaikan’ın diyalektik materyalizm içerikli, Kuantum ve görelilik üzerine bilgi felsefesi alanında yaptığı sunum en başarılı çalışmalardan biri idi. Etik alanda sosyalist değerleri diriltme, ruhsuz düzene ruh bulma arayışlarından ayrılan, bilimler alanında diyalektik materyalizmi bilme yöntemi ve bir bilgi olarak işledi.
Kongrenin en büyük eksikliği toplumsal alan ile ilgili çalışmalarda marxist perspektif sunmadaki yetersizlikti. Bu sorunu yalnızca kongrenin sorunu değil, genel olarak günümüz felsefesinin bir sorunu olarak görmek gerekir.
Olması gereken dünya ile olan dünya arasındaki çelişki varoldukça, insanlığın arayışı sürecektir. Onaylamadığınız, meşru bulmadığınız bir dünyada varolmaktan daha gerilimli, daha çelişkili ne olabilir?! Eşitliğin olmadığı bir dünyada adaleti arayamayız. Değişmesi gereken bir dünya ile yüzyüzeyiz ve ne değişmesi gereken bir dünyada olduğumuz, ne de nasıl değiştireceğimize dair bir aydınlanma yaşamadık bu kongrede. Felsefe Kongresi, aydınlatan ve ısıtan bir yıldız gibi geçmedi. Sönmüş bir yıldız gibi, göktaşı gibi kaydı gitti ve kongre bitmeden etkisi silindi. Hatta birçok felsefecinin öğleyin söylediği akşama unutuldu. Dünya ise kendi gerçekliği ile dönüyor ve değişim yine kendinden gelecek; kendisi kızıl bir ışık olup yine kendini ışıtıp aydınlatacak.
EMİNE ŞAHİN