ABD savaşta. ABD savaşta olduğunda ya da savaşa hazırlandığında, ABD’nin sinema sanayiinin merkezi de tabii savaşta olacaktır, ya da savaş hazırlığı için “yurtseverlik” görevini yerine getirecektir.
ABD 11 Eylül 2001’den bu yana resmen ilan edilmiş bir savaş yürütüyor. Adı “terörizme karşı savaş” olarak konmuş, gerçekte halklara karşı yönelen bu savaşta şimdi yeni saldırı hedefi Irak. ABD’nin Irak’a askeri müdahalesine, İngiltere dışındaki bütün emperyalist güçler de itiraz ediyor. Fakat ABD için saldırı kesin. Sorun saldırıp saldırmama değil, zamanlama sorunu. Zamanlama sorununda da, bütün dünyanın itirazına rağmen saldırganlık görüntüsünün ortadan kaldırılması için kamuoyunun hazırlanması gerekiyor. Özellikle Avrupa’daki görüntüdeki direnişin kırılması gerekiyor. ABD’de de yaratılan “yurtsever” şovenist dalganın yüksekte tutulması gerekiyor. Bu noktada Hollywood, kitlelerin savaş için kazanılmasında belirleyici bir göreve-işleve sahip.
Ortalığı bir savaş filmleri dalgasının kaplaması tesadüf değil. Bu dalga 11 Eylül’den epey önce Hollywood’un harika çocuğu Steven Spielberg’in “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmiyle 1998’de başladı. Ben bu film üzerine yazdığım yazıda;
“Bu film, ABD’nin kurulduğundan bu yana yürüttüğü savaşlardan birinin anlatımı içinde, gerçekte ABD’nin yürüttüğü bütün savaşları da aklayan bir yiğitlik anıtı. (…) (Bu filmde) Amerikan yurtseverliği körüklenmekte, ABD’nin yürüttüğü onlarca haksız (dergide anlam değiştiren bir dizgi yanlışlığı yapılmış. “Haksız” yerine “haklı” yazılmıştır! Sayı 8, sayfa 64’te alıntı yapılırken düzeltilmiş hali basılmıştır.) savaş da unutturulmaya çalışılmaktadır. Bugün de dünyanın her yanında savaşa hazır ABD ordusu (…) cilalanmakta, “Amerikan Yurtseverliği”nin gerçek taşıyıcısı olarak kutsanmaktadır.” (Bkz. Güney sayı 7, sayfa 64) demiş, bu filmin bazılarının değerlendirdiği gibi “savaş karşıtı” bir film değil, “iyinin, doğrunun, güzelin”, “demokrasinin” vb. savunucusu olarak gösterilen ABD için bir savaş propagandası filmi olduğu tespitini yapmıştım.
Bu film kullandığı teknikle, subjektif kamerayı ustaca kullanmasıyla seyirciyi sanki savaş alanına taşır görünen tavrıyla, bir savaş filmleri furyasının başlangıcı oldu. (“Taşır görünen” diyorum, film nihayet filmdir, gerçek filme sığmayacak kadar korkunçtur. Bunu sinemanın ustalarından Samuel Fuller “savaş filmi” bağlamında şöyle ifade ediyor: “Sinemada savaş gerçekliğini ve savaştaki duyguları aktarabilmek için sinema salonuna bir makineli tüfek yerleştirip, seyircilerin bir bölümünü taramak gerekirdi…”)
Pentagon bu filmi o kadar sevdi ki, Savunma Bakanlığının önerisiyle Spielberg’e bu filmi dolayısıyla ABD ordusunun “Yüksek Hizmet Nişanı” verildi. (Bkz. Güney sayı 10, sayfa 70)
“Er Ryan’ı Kurtarmak” filmini Hollywoodlu Almanlardan Roland Emmerich’in çektiği, Mad Max’la ünlenen Mel Gibson’un oynadığı “Vatansever / The Patriot” izledi. Adı üzerinde Amerikan patriotizmi –siz bunu saldırgan şovenizm olarak da okuyabilirsiniz!– bu kez İngiltere’ye karşı “bağımsızlık savaşı” yıllarına taşınarak körükleniyor, ABD için savaş propaganda tamtamları çalınıyordu. (Bu filmin değerlendirmesi için bkz. Güney sayı 15, sayfa 93 ve devamı.)
Ardından Michael Bay’ın “Pearl Harbor”uyla savaş propagandası en utanmaz biçimiyle sunuldu seyircilere. (Bu filmin değerlendirmesi için de bkz. Güney sayı 17, sayfa 94 ve devamı.)
Hollywood yeni düşmanların kimler olacağını, savaşın kimlere karşı yürütüleceğini de gösterdi kitlelere. Denzel Washington’un “iyi oğlan”ı oynadığı Sıkıyönetim’de düşman açıkça Arap “teröristler”di.
“Peacemaker” isimli filmde ise Bosnalı bir Sırp çantasında el bombası New York’ta terörist eylem peşinde gösteriliyordu.
Sonra 11 Eylül geldi. 11 Eylül geldiğinde Hollywood, kitleleri “şer ekseni”ne karşı “iyilik ekseni”nin başı ABD’nin savaşı için hazırlama görevini zaten yeterince yerine getirmişti.
11 Eylül’ün ertesinde kısa bir ikircim dönemi yaşandı. Önceden 11 Eylül’ün hemen ertesinde vizyona girmesi planlanan savaş propagandası filmlerin vizyona girmesi, içinde “terörü özendirebilecek” sahneler olabileceği nedeniyle biraz ertelendi.
Bu arada ne mi oldu?! Söyleyeyim: Bush’un önemli danışmanlarından biri olan Karl Rowe Kasım 2001’de Hollywood’un en önemli prodüktörleri ve rejisörleri ile “fikir alış verişinde bulunmak!” için bir toplantı yaptı. Toplantının konusu “terörizme karşı savaşta Hollywood’un rolü” idi!
Oliver Stone, Robert Redford gibi kimi “çizgi dışı” sinema sanatçılarının rezillik olarak adlandırıp katılmayı reddettikleri, CBS isimli kanalın anchormanı Dan Rather’in “Askeriyenin Hollywoodlaştırılması” olarak değerlendirdiği bu toplantıda, Hollywood’a Pentagon’un ve Bush yönetiminin istekleri doğrudan iletildi. Hollywood kendini bu taleplere uydurdu. 11 Eylül öncesi çekilmiş savaş filmleri peşpeşe –tabii kimi rötuşlarla– piyasaya sürülmeye başlandı.
2002 yılında doğrudan savaş propaganda fimleri olarak;
– John Moore’un çektiği “Hedefte” isimli filmde Bosna’da “kontrol uçuşu”(!) yaparken uçağı düşürülen bir Amerikan pilotunun tek başına bütün olumsuzlukları üzerlerinde toplayan Sırp milislerine karşı kahramanca(!) savaşmasını konu alan filmi;
– Ridley Scott’un çektiği ve 1993’te Somali’de yerel savaş ağalarının savaşçıları tarafından düşürülen helikopterde olan Amerikalı askerlerin “vahşi!” yerlilere karşı nasıl yiğitçe savaştığını konu alan “Kara Kartal Düştü” isimli film;
– Mel Gibson’un başrolünü oynadığı; Vietnam savaşında ABD’yi aklayan “Biz Askerdik” isimli film;
– (Şimdilik) Son olarak da John Woo’nun çektiği “Rüzgarla Konuşanlar” isimli film…
gösterime girdi. Bu filmlerin tümünün kimi ortak özellikleri var:
Hepsi doğrudan savaş filmleri.
Hepsinde savaşın bir tarafında iyilik, güzelliğin, “demokrasi”nin-özgürlüğün, batının yüce(!) değerlerinin vb. savunucusu ABD var.
Hepsinde ABD askerlerinin akıllara durgunluk veren yiğitlikleri var.
Hepsinde yiğit ABD askerlerinin karşısındaki düşmanlar, yalnızca ABD’nin değil, her türlü insanî değerin düşmanı ve bunlar aslında hep birey olarak değil, hepsi birbirine benzer vahşi, savaşçı bir kitle olarak çıkıyor karşımıza.
Hepsinde savaş ABD açısından haklı ve fakat kanlı ve kirli; korkunç ve fakat gerekli bir şey olarak gösteriliyor. Ve tabii hepsinin sonunda hep nazlı nazlı dalgalanan ABD bayrağı altında yiğit Amerikan askerleri kazanıyor.
Burada en son gördüklerim içinde yer alan “Rüzgarla Konuşanlar” üzerinde durmak istiyorum.
WINDTALKERS
(RÜZGÂRLA KONUŞANLAR)
ABD, 2001 • Yönetmen: John Woo
Oyuncular: Nicolas Cage, Adam Beach, Christian Slater
ABD’nin savaş hazırlıkları için yeni bir propaganda filmi. Bu kez sıra Hong Kong kökenli ve Oscarlı, action sinemacısı John Woo’ya gelmiş…
Ve Amerikan toplumuna ve onun değerlerine övgü bu kez beyaz adamın kökünü kuruttuğu Kuzey Amerika yerlilerinin, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD toplumuna nasıl yararlı insanlar olduklarını da anlatan bir öykü üzerinden yapılıyor.
Anlatılan öykü şu: İkinci Dünya Savaşı sırasında düşmanla sıcak temasta en ön saflarda bulunup bombalanması gereken yerlerin koordinatlarını bildiren telsizciler çok önemli bir rol oynuyorlar. (Önümüzdeki dönemde benzer bir öykünün Afganistan’a saldırıda hedef koordinatlarını bildiren öncü savaşçılar hakkında da yapılacağı kesindir.) Ve tabii bu telsizcilerin kullandıkları kodlar da belirleyici önemde. ABD askerlerinin en önemli kayıpları verdikleri Pasifik cephesinde düşman (yani Japonlar) 1944’e kadar bütün kodları kırmayı başarmıştır. Bu durumda anavatan(!) o zamana dek unuttuğu yerlileri (filmde Navajo’ların bir bölümü) hatırlar. Onların tıkıldıkları rezervatlarda konuştukları ve beyazların baskı altında tuttuğu dilleri vardır. Yazılı olmayan yalnızca konuşulan bir dil. Bu dille yapılacak bir kodlamayı çözmek –eğer bu kodu bilen biri konuşmazsa– imkânsız gibidir. Böylece bir bölüm yerli haberleşmede anavatana(!) ( bu anavatan Avrupalı beyaz işgalcilerin yerlilerin elinden soykırımla aldığı anavatandır, ama olsun!) yardımcı olmak için silah altına alınır… Hazırlanır. Ve cepheye sürülür. Onlar cepheye sürülürken her birinin yanına bir de onları “koruyacak” ve gerektiğinde düşman eline geçmesini her şart altında engelleyecek (yani gerektiğinde koruduğunu öldürecek… çünkü korunan kişi değil koddur!) bir profesyonel asker verilir…
Filmde anlatılan Saipan adasının “düşmandan” temizlenmesi sırasında yaşananlardır. Pasifik’te en kanlı çatışmaların yaşanmış olduğu adadır Saipan. Ve burada ABD askerinin nasıl kahramanca savaştığı gösterilir.
Filmin neredeyse yüzde 80’i savaş / action sahnelerinden oluşuyor… Arada soluklanılan bölümlerde ise bir sonraki çatışmanın hazırlığı vardır. Bu arada koruyucularla, korudukları arasında gelişen dostluğa, arkadaşlığa benzer bir ilişki aslında adeta geçerken anlatılır.
Film sonuçta Nicolas Cage’nin şahsında kahraman beyaz Amerikan askerine, onun haklı savaşına bir övgü filmi. Yerliler –aslında anlatılan güya onların öyküsü olmasına rağmen– adeta dolgu rolü oynuyorlar. Filmin anlattığı esas öykü beyaz kahraman ABD askerinin yiğitlikleri.
Film, yukarıda bütün savaş propaganda filmlerinin ortak özellikleri olarak saydığım özelliklere sahip.
Özel bir unsur olarak ABD toplumunun ciddi tehditler karşısında, tüm ırktan, milliyetten insanları “Amerikalılık” ortak benliğinde toplayabildiği mesajı var. Genelde klasik westernlerin kafa derisi yüzen vahşi yerlileri olarak tanıtılanlara bu filmde “vatana hizmet” görevi yüklenmiş. Bu yönüyle 11 Eylül’ün “yeni” taleplerine cevap veriyor film.
Pentagon’a Hollywood’dan sevgi ve teşekkürlerle…
Kimi seyirci vardır, film biter bitmez çıkar sinemadan. Filmin sonunda film hakkında bilgi içeren yazılar filmin parçası değildir bu seyirciler için.
Ben –çok acele bir işim yoksa ve filme aşırı derecede kızıp önceden çıkmamışsam, ki bu çok kural dışı bir şeydir bende– bu yazıları okumadan çıkmam sinemadan. Emeği geçen herkesin adlandırıldığı bu bölümü de izlemeyi en azından emeğe saygının bir ifadesi olarak görüyorum ben. Bunun yanında ama bu bölümde film hakkında çok ilginç bilgiler de ediniyor insan.
Örneğin yukarıda sözünü ettiğim bütün savaş propaganda filmlerinin bir ortak özelliği daha var ve bu özellik tam da bu son yazılarda görülüyor.
Bütün bu filmlerde teşekkür edilen bir danışmanın ismi yer alıyor: Phil Strub.
Merak ettim bu Phil Strub’un ne iş yaptığını.
Bu merakımın cevabını Almanya’da yayınlanan “Der Spiegel” isimli haber dergisinin 29/2002 sayısında buldum.
Bu adam eski bir bahriye askeri. Zorunlu askerliği bittikten sonra sinema / film yüksek öğrenimi görüyor. Ve filmci olarak Pentagon’da çalışmaya başlıyor. Şimdi 55 yaşında olan Phil Strub’un görevi, Pentagon ile Hollywood arasında “uyumu” sağlamak. Görevinin resmi adı “Savunma Bakanlığında Eğlence Medyası İçin Özel Görevli”.
Savaş üzerine film yapmak isteyenlerin tabii ki orduya hem araç gereç, hem oyuncu / insan açısından ihtiyacı var. Pentagon bu ihtiyaçları tabii ki karşılamaya hazır. Ama bir şartı var: Ortaya çıkacak ürünler ordunun kitleler içindeki olumlu imajını güçlendirmeye; ABD’nin haklı bir dava için savaş yürüttüğünü göstermeye hizmet etmelidir.
Bu yüzden bütün büyük bütçeli savaş filmlerinin senaryoları önce Pentagon’a, Pentagon’da da Hollywood filmlerinde “danışman” olarak teşekkürler sunulan Phil Strub’un önüne geliyor. Yani onun şahsında teşekkür edilen Pentagon’un ta kendisidir.
Böylece Pentagon-Hollywood ekseni çıkıyor ortaya. Ve bu eksen “iyilik ekseni”nin “kötülük ekseni”ne karşı savaşının propagandasında görevini –Sezar’ın hakkı Sezar’a!– hakkıyla yerine getiriyor.
****
Yalnızca doğrudan savaş filmleri değil savaş için kamuoyu hazırlayanlar. Son dönemde gösterime giren ve girdiklerinde yine gişe rekorları kıran iki SF (bilim kurgu) filmi de savaş hazırlığında işlev üstleniyor.
Biri savaşı “global” olmanın da ötesine taşıyıp yıldızlar arasında savaşa kadar uzatan “Yıldızlar Savaşı”…
STAR WARS
(YILDIZLAR SAVAŞI)
Attack of the clones / Bölüm II
Klonların Saldırısı
ABD, 2002 • Yönetmen: George Lucas
Oyuncular: Ewan Mc Gregor, Natalie Portman, Hayden Christensen, Ian Mc Riarmid, Pernilla August, Ahlmed Best, Samuel Jackson, Frank Oz
Bu filmin daha önceki bölüm üzerine yazdığım yazının başlığı “Burjuvazinin insanlığın geleceğine ilişkin ‘ütopyası’: En yüksek teknikle feodalizm ve barbarlık”tı. (Bkz. Güney sayı 10, sayfa 68-69) İkinci bölüm için de söylenecek şey o.
Ama onun ötesinde tabii bu filmin aktüel ortamda oynadığı objektif bir rol var:
İnsanlara;
– İyi ve kötünün hep olacağı,
– Aslında demokrasinin doğru işlemesinin mümkün olmadığı,
– Her türden –en demokratik olanının da– yönetimin üzerinde, iktidarı / gücü iyi kullanmayı bilen bir kontrol kurumu olması gerektiğini, (Jedi Konferansı)
– Cinselliğin esasta bir zaaf olduğu,
– Savaşın gerekli ve hep olacağı,
– Savaşta “kötülerin” hep “terörist yöntemler” kullandığı (suikastler vb.) … “iyilerin” ise temiz savaş yürüttüğü vb. anlatılıyor filmde.
Bir yanda Ticaret Federasyonu var… Bunlar bir Galaksi Cumhuriyetinin bir parçası. Ama kontrol edilmek istenmediklerinden, daha doğrusu tüm galaksiyi kendileri kontrol etmek istediklerinden sürekli maraza çıkarıyorlar. (Günümüz dünyasında bunun andaki karşılığı Irak olabilir. Tabii ki benzetmeler birebir örtüşmüyor. Fakat anlatılan öykü üst düzeyde soyutlama genel bir savaş propagandasını ve genel bir dünya / insan görüşünü aktaran bir öykü. Masal anlatır gibi dayatılıyor ideoloji. Açık savaş propagandası filmlerinden bu “inceliği” ile ayrılıyor Yıldız Savaşları.)
Bunlar bundan önceki bölümde barış içinde yaşayan Naboo’yu oradaki yerel kaynakları ele geçirmek için işgale kalkmış (Size bir şeyler hatırlatıyor mu? Mesela Kuveyt’in işgali filan?!) federasyon güçleri (BM’ler?!) onların içinde de bilge/güce sahip Jedi Şövalyeleri (ABD!) sayesinde geri püskürtülmüşlerdi.
Şimdi bunun 10 yıl kadar ertesi anlatılıyor.
Bundan önceki filmde 9 yaşında tanıdığımız Annakin Skywalker şimdi 19 yaşında bir delikanlıdır. Ve Obi Van Kennobi’nin öğrencisi olarak Jedi eğitimi görmektedir. Çok yeteneklidir. Öğretmeninin her şeyini belirlemesinden rahatsızdır.
Naboo kraliçesi Pamde Amidala ise iki seçim dönemi ertesi(!) (Ne kadar modern, kraliçeler de seçiliyor!) kraliçelikten ayrılmış, yerini alan Cemile’nin önerisi üzerine senatör olmuştur. Naboo’nun senatoda büyük ağırlığı vardır.
Film her zaman olduğu gibi bir açıklamayla başlar.
Yıldızlar Cumhuriyeti yine tehdit altındadır. Kenar bölgelerde bölücü eğilimler başgöstermiştir. Bir çok yıldız ayrılmak “bağımsızlık” istemektedir. (Bakın siz şu zındıklığa!) Ticaret Federasyonu bu kez “bölücü” unsurları da kışkırtıp etrafında toplamıştır. ( Üç Dünyacıların üçüncü dünyası ayaklanma denemesinde!)
Tabii başlarında bir de hain vardır. Jedi tekkesini terkeden ustalardan Count Dooku, gizlice Darth Sidous’la anlaşarak bölücülerin başına geçmiştir. (Şimdi ABD’nin düşman ilan ettikleri, Saddamlar, Bin Ladin’ler vb. bir zamanlar ABD gibileri de başka bir zamanlar ABD’nin dostu ve müttefiği değiller miydi?!) Bunlar galakside ne kadar korkutucu mahlukat varsa hepsini etreflarında toplamakla kalmamış, bir de robotlar ordusu kurmuşlardır.
Bu gelişmeler karşısında Cumhuriyet’te başkanlık görevine sahip Palpatine, Jedi Şövalyelerine destek verecek bir “Cumhuriyet Ordusu” kurmak için senatodan yetki talep eder. Oylamada Amidala’nın olması önemlidir. Film zaten Amidala’nın senato toplantısına katılmak için başkent Coruscant’ta gelmesiyle başlar. Havaalanında Amidala bir suikastten zorla kurtulur.
Bunun üzerine ortalık durulana kadar Amidala’nın başkentten uzaklaşması, Annakin Skywalker’in de onu koruması kararı alınır.
Obi Wan ise suikastçilerin peşine düşer.
Obi Wan bu iz sürme sırasında, aslında on yıldan beri hazırlanan bir “klon savaşçıları ordusu” olduğunu, bu klon ordusunun aslında cumhuriyeti korumak için ısmarlandığını; fakat şimdi karşı tarafın bu orduyu satın almaya çalıştığını öğrenir. Cumhuriyete karşı komplonun başını çekenin kim olduğunu öğrenir; fakat esir düşer. Bu arada Annakin Skywalker Amdiala’ya aşkını açıklar. Amidala sorumluluğu gereği, bu aşkın “nolamayacağını” vb. söyler. Annakin bozulur. Bir gece rüyasında annesini görür. Onu aramaya gider. Amidala da onunla birlikte gider. Annesini uzak geleceğin dünyasının çingeneleri kaçırmıştır. (Zaten binlerce yıl sonranın dünyasının bugünün dünyasından hatta Ortaçağ dünyasından özde bir farkı yoktur. İnsan değişmezdir ne de olsa!) Gider annesinin son nefesinde ona yetişir. Annesi kollarında ölür. Aslında kendine verilmiş “gücü” kişisel intikam için kullanması Jedi ahlâk kataloğuna terstir. Ama “göze göz, dişe diş” ağır basar. Çoluk çocuk herkesi öldürür.
Sonra biraz da Amidala’nın zorlamasıyla Obi Wan’ı kurtarmaya giderler. Fakat onlar da esir düşerler. Ve kocaman bir arenada çoğu mekanik vahşi hayvanların önüne sürülürler. Yiğitçe savaşırlar, hayvanları öldürürler, fakat etrafları bu kez robot savaşçılar tarafından sarılır. Kurtuluş yoktur / mu?! Hayır vardır tabii! En büyük Jedi ustasının (Bugün bunun karşılığı Bush oluyor herhalde!) bizzat yönettiği bir kurtarma operasyonuyla kurtarılıırlar. Ve klon savaşçıları robot ordusuna karşı ilk muharebeyi kazanır.
Fakat karışıklıkta Count Doku, çok önemli bir gizli silah planıyla kaçıp Darth Sidous’la buluşur. Ona klon savaşlarının başladığı haberini ulaştırır.
Bu arada Yıldızlar Federatif Cumhuriyeti Başkanı (BM başkanına denk düşer rolü) savaşta kanun hükmünde kararnamelerle yönetme yetkisini senatodan almıştır. Film Amidala’yla Annakin Skywalker’in gizli evlilik töreniyle biter…
Bir kural daha kırılmıştır. Annakin Skywalker’in kendine bağışlanan gücü doğru kullanmadığının işaretleri çoğalmaktadır. (Annakin’in daha sonra karşımıza “şer ekseninin başı” olarak, “kendinden kötü”nün sembolü olarak çıkacak Darth Vader’in gençliği olduğunu daha önceki seriden biliyoruz.)
Bilinen en eski öyküleri çok uzak geleceklere taşıyarak anlatan, insanın değişmezliği, insanlar arasındaki ilişkilerin hep aynı kalacağı dünya görüşü üzerine kurulu filmde yeni olan şey teknik. Film Yıldız Savaşları dizisi içinde tümü dijital teknikle çekilmiş ilk film olma özelliğini taşıyor. Burada filmin gerçek oyuncuları –ki filmin esas robotları ve esas uzaylı figürleri de gerçek oyuncular tarafından oynanıyor– dışındaki tüm geri plan, dekorlar, aksesuarlar dijital. Oyuncular bilinen “mavi kutu” tekniği ile, verilen direktiflere göre dekorsuz boş bir mekânda oynuyorlar. Daha sonra oyuncuların filmleri, bilgisayarda yaratılmış sanal dünyanın içine yerleştiriliyor.
Ben dikkatle seyrettim filmi. Belli bir noktadan sonra, neyin sanal olduğunu; neyin, kimin gerçek olduğunu ayırmak çok güç. Böyle bakıldığında başarılı bir film.
Tabii burjuvazi açısından taşıdığı mesajlar noktasında andaki savaş hazırlıklarında da faydalı ve başarılı.
Lucas bir söyleşide yaptığının “geleceğin sinaması” olduğu iddiasını getiriyor. Soruna salt teknik açıdan bakıldığında haklı olabilir. Fakat geleceğin sinemasının anlatacağı öyküler bugünün yarına taşınmasının ötesinde geçecektir mutlaka. Geleceğin insanı idealist dünya görüşü savunucularının iddiasının tersine, bugünün insanının geleceğe taşınmış kopyası olmayacaktır.
****
Doğrudan savaş filmi olmadığı halde, içinde bulunulan ortamda savaş kışkırtıcılığında işlev gören ikinci SF filmi, çizgi roman kahramanı “Örümcek Adam”ı günümüze taşıyan bir film.
SPIDER MAN
(ÖRÜMCEK ADAM)
ABD, 2002 • Yönetmen: Sam Raimi
Oyuncular: Tobey Maguire, Kirsten Dunst, Willem
Dafoe, Cliff Robertson, Bill Nun, James Franco
Çocukken çok resimli roman okurdum. En sevdiklerim içinde ama hiç bir zaman “Örümcek Adam” olmadı. Artık örümcek ve genelde böceklere karşı antipatimden midir nedir, bilemem, örümcek adam ilgimi çekmezdi. Fakat “Örümcek Adam”ı film olarak görmek istedim. Çünkü ABD’de piyasaya çıktığı ilk iki haftada şimdiye kadarki tüm seyirci rekorlarını kıran bu filmde seyirciyi çekenin ne olduğunu görmek istiyordum.
Diğer yandan, “Örümcek Adam” filmi, 11 Eylül’ün hemen ertesinde piyasaya çıkması planlanmış olan, 11 Eylül öncesi reklam kampanyaları yürüyen fakat 11 Eylül’ün piyasaya çıkmasını ertelettiği ilk filmdi. Filmin 11 Eylül öncesi bitmiş halinde ikiz kuleler önemli bir rol oynuyor, filmin “iyi oğlanı” örümcek adamımız, ikiz kuleler arasında gerdiği ağ ile “kötüye” karşı savaşıyordu. 11 Eylül sonrasında Pentagon’un da isteği üzerine filmden ikiz kulelerle ilgili tüm sahnelerin silinmesi gerekliliği ortaya çıktı. Ve yapımcılar bu işi yaptılar. Nasıl yaptıklarını, gerçekten iz kalıp kalmadığını merak ediyordum. Merakımı giderdim. Gerçekten becermişler. Filmin mekanı New York. Örümcek adam gökdelenler arasında atlayıp-sıçrayıp gezinip duruyor. Fakat DTM’nin ikiz kulelerinden iz yok. Sanki onlar hiç yoktu gibi. İyi beceriyorlar.
Filmin ABD’de neden bu kadar başarılı olduğunun cevabını da aldım filmde:
“Örümcek Adam” iyi bir pop masal. Bütün masallarda olduğu gibi iyiler ve kötüler belli ve iyi sonunda kazanıyor. İki saat boyunca popcorn-cola seyircisinin beynine, hızlı bir anlatımla, iyi oyuncularla, iyi bir teknikle verilmek istenen mesajlar şırınga ediliyor.
Mesaj 1: En güçsüz görünen ve güçsüz olan bile, içinde büyük bir güçlülük potansiyeli taşır. Yeter ki ortamını bulsun.
Filmin baş kişisi Peter Parker, ana babasını çocukken bir kazada kaybetmiş, amca ve teyzesinin yanında büyüyen zavallı bir gençtir. Aslında çok bilgilidir. Fakat bilgi bir işe yaramamaktadır, güçlü değildir. Ve egemen olanlar güçlülerdir. Parker sınıfın alay konusudur. Sevdiği kız sınıfın en güçlüsüyle gezmekte, kendisini dikkate bile almamaktadır. Ve bu güçsüzlük bir tesadüf sonucu aşılır. Yepyeni bir durum çıkar ortaya.
Mesaj 2: Güçle oynamak tehlikelidir. Çünkü; “Güç aynı zamanda güçlünün gücünü doğru kullanma sorumluluğunu birlikte getirir.”
Parker tesadüfen ele geçirdiği ve farkına vardığı gücünü önce kişisel çıkar için kullanmaya kalkar. Gücünün farkına vardığında tavırları değişmeye başlar. Dünün uslu iyi aile evladı aileye –“amca / baba”sına karşı dik başlı tavırlara girer. Aileden gizli olarak para kazanmak amacıyla Wrestling Şampiyonası’na katılır.
Fakat patron aslında hakkı olan, kazandığı parayı vermez Parker’e. Parker patrona kızar.
Bu arada bir soyguna tanık olur. Patronu soyulur. Aslında Parker soygunu –haksızlığı– engelleyecek güce sahiptir. Fakat engellemez. Kişisel yaralanmışlık ve intikam duygusu “gücü” yanlış kullanmayı beraberinde getirir.
Olayın devamında kaçan soyguncu, tesadüfen aslında Parker’i arayan ve soyguncuyu engellemeye çalışan amca / babayı vurur. Amca / baba Parker’in kollarında ölür. Ölmeden son sözleri: “Güç sorumluluk gerektirir.” şeklindedir.
Böyle bir drama sonucu Parker hayatının dersini almış olur!
Mesaj 3: Bilim kötüye kullanılabilir… Fakat iyiye de… Filmde “iyi” ve “kötü” esas karakterlerin ikisi de gen teknolojisinin ürünü değişimlere uğrar.
“İyi”yi tesadüfen gen manipüleli bir örümcek ısırır.
(Burada esasında çizgi romanın orijinalinde bu öykünün nasıl olduğuna bakmak ilginç olur sanırım. Herhalde gen manipülasyonu olmasa gerekir. Çünkü bu çizgi romanın ortaya çıktığı ilk dönemlerde gen manipülasyonu bugünkü düzeyde değildi.) “Kötü” adam ise insanı güçlendiren bir genetik değişiklik yapar kendi üzerinde…
Burada klasik bir kişilik bölünmesi öyküsü var. Kötü, gen manipülasyonu ile birlikte kötü oluyor. Fakat daha baştan, onun bilinçli olarak gücü ele geçirme isteğiyle birlikte, (iyi olanın gücü eline geçirme diye bir isteği derdi yok, onu örümcek tesadüfen ısırıyor!) onun içindeki iyi-kötü çatışmasında yenenin kötü olduğu bellidir. Yani insan sonuçta kötüyse kötü, iyiyse iyidir. Kötülük temel özelliği olanlar, gücü eline geçirdiklerinde daha da tehlikeli olurlar!
Mesaj 4: Medya eleştirisi. Medya patronları için belirleyici olan gerçeğin aktarılması vb. değil, “satan” sansasyonel haberdir.
Buradaki medya eleştirisinde ilginç olan bir nokta var. Öykü 1950’li yılların başlarından zamanımıza taşınmış. Ve bir dizi noktada öykünün orijinalinden uzaklaşılmış. Fakat sözkonusu medya eleştirisi olduğunda, eleştirilen medya basılı medya. Patron gazete patronu! Halbuki bugün kitleler açısından bilinç yapan medya basılı medya değil, görsel medya, televizyon! Ama “eleştirilen” 1950’li yılların gazete patronu.
Mesaj 5: “İyi” ABD’dir. Amerikan hayat tarzıdır iyi olan. Ve iyi Amerikalı hem kendi kişisel mutluluğunu, hem toplumun iyiliğini aynı derecede düşünür.
Filmin son sahnelerinde “iyi” ile “kötü” son muharebede karşı karşıya geldiklerinde, “kötü” Örümcek Adam’ı sevgilisi ile bir teleferik içinde onlarca yolcu arasında tercih yapmaya zorlar. Fakat Örümcek Adam hem sevgilisini, hem teleferik içindeki insanları kurtarır. Arkada tabii yine ABD bayrakları dalgalanmaktadır!
Bir başka ilginçlik daha var: Kötünün bu filmdeki rengi yeşil! Buna da orijinalinde nasıldı diye bakmak gerekli. O dönemde “kötü”nün rengi kızıldı veya siyahtı genelde. Eğer burada da değişiklik varsa, yeşilin İslamı anıştıran bilinçli bir tercih olduğu kesindir.
Mesaj 6: “İyi”nin sevgilisi genç kız erdemin timsali… Seks bombası vb. değil. Erdemli kız…
Bir keresinde karanlık, yağmurlu bir caddede dört “karanlık tip” kızın önünü kesiyor. Bunlar kelimenin gerçek anlamıyla karanlık, karanlık yağmurlu caddede beyaz mı siyah mı olduklarını görüp ayırmak mümkün değil, ama herhalde karanlık! Seyirci bunların siyah oldukları mesajını alıyor. Irkçılık artık ince kılıklara bürünmek zorunda Holywood’da. Açıkça çıkamıyor ortaya!
Fakat genç kızımız Örümcek Adam’ın koruması altındadır. Sonsuza dek. Örümcek Adam onu kendi için istemiyor… Seviyor, ama kendi için istemiyor.
Filmde genç kız gerçekte Amerikan usülü yaşamın simgesi… ABD’nin korunması gereken değerlerinin simgesi…
Filmde doğrudan cinsellik yok. Tek cinsellik bir öpüşme sahnesinde. Sözünü ettiğim “karanlık tiplerin” saldırısının devamında Örümcek Adam saldırganları kovalayıp kızı kurtarıyor. Ağında baş aşağı asılı. Yağmur yağıyor. Genç kız ve örümcek adamın giysileri vücutlarına yapışmıştır. Genç kız kurtarıcısına yaklaşıyor. Maskesini ağzına kadar aşağıya indiriyor (daha doğrusu yukarı kaldırıyor) ve öpüyor. Kurtarılan kurtarana sunuyor kendini!
Mesaj 7: Yeşil “kötü” adam zengin ve terörist. Amacına ulaşmak için terörist yöntemler kullanıyor… İkide bir sivilleri bombalıyor. Terörist eylemlerini de genelde uçarak gökdelenlerin içine bomba atarak yapıyor! Bin Ladin’in kulakları çınlasın!
Hollywood (bu film 11 Eylül öncesinde çekilmiş, bitmiş bir film) peygamber gibi!
Aslında peygamberlik filan değil tabii yapılan, Hollywood’un tehlike ve tehdit senaryoları Pentagon kaynaklı, ve onaylı. Bu mesajda açıkça en ileri tekniği kullanan “yeşil” terörist tehdit ve bu tehdide karşı ABD’nin kendini korumak için savaş propagandası var.
Mesaj 8: Devamı var. Tehdidin geçmiş olmadığı ve hep uyanık olmak, savaşmak gerektiği mesajıyla bitiyor film. Bush da savaşın uzun süreceğini söylemiyor mu?
Örümcek Adam’ın en yakın arkadaşı, kötü adamın oğlu, intikam yemini ediyor. “Örümcek Adam” dizisinin bundan sonraki filminin “iyi” ve “kötü”sü ve konusu da böylece hazır.
“Örümcek Adım” I’in ticari başarısı ikincisinin habercisidir.
***
Bu dolaylı savaş propagandası filmlerine güya SF filmleriyle gırgır geçen “Siyah Elbiseli Adamlar II” de bir başka tarzda katılıyor.
MEN IN BLACK II
(SİYAH ELBİSELİ ADAMLAR)
ABD, 2001 • Yönetmen: : Barry Sonnenfeld
Oyuncular: Will Smith, Tommy Lee Jones, Lara Flynn Boyle, Rosario Dawson, Tony Shalhoub ve bol miktarda bilgisayar ürünü mahluk
Hollywood kasada başarılı olan filmleri dizi haline getirmekten vazgeçmiyor. Ve kendi kendini tekrarlayıp duruyor.
“Men in Black II”de yeni olan, ilginç olan hiç bir şey yok. Birincisi yine de belli ilginçlikler içeriyordu. Bir takım bilgisayar ürünü ilginç mahlukların MIB’in merkezinde dolaşması, insanlarla barış içinde bir arada yaşaması, bu arada insanların tesadüfi hayatının, sıkılıp misket oynayan uzaylı yaratıklara bağlı olması vb.’nin gülerek, göz kırparak anlatılması, hatta ırkçılığa karşı bir tavır yorumlarına bile yol açmıştı.
Yenisi tekrar ve yalnızca sıkıcı.
Birinci bölümün sonunda MIB ile ilgili anıları silinen ajan Kay, (TLJ) ajan Jay (WS) tarafından dünyayı kurtarmak için yeniden aktif hale getiriliyor. Ve tabii dünyayı kurtarıyorlar. Belki bir dahaki sefere dek.
Ha yeni olan bir şey var: Mercedes!
Bir de tabii andaki güncel durumda işlevi:
Bu kez –aslında dünya ile eşitlenen– uzaylı düşmanlara karşı ABD’nin –yine uzmanlar üzerinden yürütülen– savaşı!
Kötüler bu kez uzaylılar… İyiler ABD’nin “güç sahipleri”. Bu gücü bunlar tabii ki “sorumlu” kullanıyor! Zaten ABD’nin sorumlu yöneticilerinden başka bir şey beklemek de yanlış olur.
Onlar “iyi” kovboydurlar!
ANUŞ PAZARCIYAN