Hollywood sinemasının savaş hazırlığında rolü üzerine notlar
Anda piyasada olan filmlere baktığımızda, aslında egemen sınıfların kitleleri nasıl uyutmak ve ne yönde etkilemek istediklerini kolaylıkla görebiliriz.
Sinema, (şimdi yalnızca sinemadan değil, sinema ve televizyon filmlerinden söz etmek gerek. Zaten aradaki fark giderek siliniyor. Birçok sinema filminin yapımcılığını TV kuruluşları üzerleniyor; hemen her sinema filmi sinemalarda gösteriminin hemen ertesinde televizyonlarda da gösterime giriyor!) kitleleri etkilemede nasıl bir araç olduğu kavrandığından bu yana, egemenlerin elinde, andaki siyasetlerini kitlelere ulaştırmanın, onları kendi istedikleri doğrultuda eğitme ve yönlendirmenin en önemli araçlarından bir olagelmiştir.
Sloganı bol açık propaganda filmleri dışta tutulduğunda bu etkileme işi dolaylı yollardan yapılmakta; beyinler “iki saat hoş vakit geçirme” adı altında yıkanmaktadır. Egemenler filmlerde kendi düzenlerini mümkün olan en iyi, en adil, en güzel düzen olarak göstermekte; o düzene yönelen ve yönelebilecek tehditleri de mümkün olduğunca “kara” göstermeye çalışmaktadır.
Toplumun anda egemen olan (ve aslında egemen sınıfın görüşleri/yargıları olan) görüş ve yargıları, filmlerde bir ayna gibi yansıtılmakta, yeniden üretilmektedir. Sinema ve TV üzerinden seyirciye ulaşmak, gerçekte bu araçların mülkiyetini elinde tutan tekellerin kontrolündedir. Onların kontrolünden geçmeyen, ve zararsız görülmeyen bir filmin geniş kitlelere ulaşma şansı sıfırdır. Arada bir seyirciye sunulan ve toplumdaki kimi yanlışları teşhir eden, insanlararası sevgiyi, hoşgörüyü vb. anlatan filmlerin de temel işlevi sonuç olarak, topluma eleştirici yaklaşan kesimlerin taleplerine cevap vermektir ve bu toplumda çok sesliliğin olduğunu, demokrasinin olduğunu, “sanatsal özgürlüğe ve yaratıcılığa sınır konmadığını” vb. göstermektir.
Sinema ve film denince akla öncelikle Amerikan sineması/Hollywood gelir. Bu gayet anlaşılır bir şeydir de… Çünkü en büyük stüdyolar,en zengin film şirketleri, en büyük dağıtım şirketleri ABD’dedir. Dünya sinema pazarının andaki kesin egemeni ABD’dir.
ABD sinemasının savaş konusunda değişik dönemlerde piyasaya sunduğu filmler, gerçekte her dönemde ABD’nin o andaki siyasetinin bir yansımasıdır.
Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de çekilen savaş filmleri, Nazileri insanlık düşmanı, kaba saba, çoğu aptal olarak gösterir; buna karşın ABD’li ler, Fransızlar, İngilizler ve hatta yer yer Ruslar, (1942 den sonra kurulan Anti-Hitler Koalisyonu’nda Ruslar da ‘iyi insan’ katına yükselmişti!) haklı bir davanın savunucusu olarak, her davranışları soylu olarak gösterilir.
Savaş döneminde, Nazizm başdüşmandır. Filmlerde komünizm ve komünistler henüz öcü olarak gösterilmemektedir. ABD’nin bu dönemdeki savaş filmleri, yığınları Nazizm’e karşı savaşın haklılığı konusunda eğitmenin aracıdır.
Savaşın hemen ertesinde bilindiği gibi Anti-Hitler Koalisyonu dağılır. Soğuk savaş dönemi başlar. Komünizm “batının değerlerini tehdit eden, özgürlük ve demokrasiyi tehdit eden baş düşman” haline gelir. ABD’de ve bütün kapitalist dünyada komünist öcü tarafından işgal edilme histerisi başlar. Bu histeri sinemaya önce dolaylı bir biçimde çoğu başka dünyalardan gelen böcek tipi yaratıkların dünyayı işgal etmeye çalıştığı ve kahraman dünyalıların (tabii işgal edilen ülke hep ABD, dünyayı kurtaran da yine hep ABD’lilerdir) sonunda böceklerin işgalini kahramanca direnişle kırdığı “bilim kurgu” filmleri biçiminde yansır.
Bu histerinin 50’li yılların başlarında ABD’deki uç noktası McCarthy dönemi diye adlandırılan dönemdir. Bu dönemde Hollywood’da da bütün toplumdaki “cadı kazanı” kaynatılır. Onlarca Hollywood emekçisi, yetenekli oyuncular, rejisörler, senaryo yazarları vb. “Antiamerikan Faaliyetleri İnceleme Komisyonu”nda sorgulanır; birçoğu komünist oldukları gerekçesiyle, veya yalnızca “susma hakkını kullanarak komisyona yardımcı olmama” gerekçesiyle yasaklı hale getirilir. (Bu konuda bkz. “Üye misin, Üye miydin?”, H.Keil, İnter Yayınları, Temmuz 1990, İstanbul ). Daha sonra doğrudan komünistlerin astığı astık, kestiği kestik, suratları hiç gülmeyen, insanlıkla alakaları olmayan tipler olarak gösterildiği “casusluk” filmleri girer devreye. Bu bağlamda en popüler olan James Bond ve diğer casusluk filmlerinde, dünya egemenliği kurmak isteyen bir “caniler örgütü”nün arkasında hep Rusya karşı casusluk teşkilatı KGB’nin şahsında, Hollywood’un kafalara yerleştirdiği komünist öcüler vardır.
60’lı yılların ikinci yarısına kadar piyasaya sürülen savaş filmlerinde de esasta hep ABD’nin yürüttüğü tek haklı savaş olan İkinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde ABD askerlerinin kahramanlıkları hikaye edilir. ABD hep iyinin, doğrunun savunucusudur. İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon insanını kaybeden Sovyetler Birliği sanki yoktur; savaşı ABD yalnız başına (birazcık İngiliz ve Fransız yardımıyla) kazanmıştır. ABD’nin başını çektiği Kore’ye saldırı savaşı da sinemada yansımasını, kötü komünistlerin ABD askerlerince perişan edildiği, demokrasinin kurtarıldığı hikayelerin anlatıldığı ikinci sınıf Hollywood ürünlerinde bulur.
Bu arada yetenekli ve ünlü rejisörlerin (Örneğin J. Frankenheimer) çektiği, ünlü oyuncularla (Frank Sinatra, L. Olivier vb.) çevrilmiş usta işi filmlerle de, “komünistlerin beyin yıkama yöntemleriyle” insanları nasıl kandırdıkları, buna karşı dikkatli olmak gerektiğini anlatan filmlerle de ideolojik savaş yürütülür.
Bütün bu filmler; ABD’nin başını çektiği “iyi”, “özgürlük ve demokrasi” cephesinin, “kötü” komünizm tarafından tehdit edilmesi halinde yürütülecek savaşların haklı olduğu bilincini kitlelere taşımanın aracı, bu anlamda savaşların ideolojik hazırlığının parçalarıdır.
60’lı yılların başlarında Küba Krizi ertesinde uç noktasına çıkan soğuk savaş, Hollywood’da yansımasını savaş filmleri ve casusluk filmlerinin artması, ABD ordusuna övgü dizen filmlerin artmasıyla bulur. Ardından ABD’nin Uzakdoğu’ya çıkarması, Vietnam Savaşı gelir. Hollywood önceden üzerine düşen görevi yerine getirmiş, eğer öcü komünistler önlenmezse, bütün “hür dünya”nın domino taşları gibi birbiri ardından düşerek komünistlerin eline geçeceğini kafalara kazımıştır. (Kuşkusuz yalnızca sinema değil, tüm yazılı, sözlü, görsel medya da bu konuda görevini yerine getirmiştir.)
Vietnam Savaşı, ABD için tam bir bozgun olur. Hollywood’un John Wayne’li “Yeşil Bereliler” filmi de, Vietnam Savaşı’na karşı ABD’de ve bütün dünyada gelişen tepkilerin önünü alamaz. Vietnam’da yürütülen savaşta ABD’nin haksızlığını bizzat yaşayan, bir çoğu sakat olarak ülkesine geri dönen çok tanık vardır. Bütün dünyada ABD emperyalizmine karşı, özellikle de Vietnam Savaşı’na karşı hareketler gelişir. Hollywood’un ve onunla birlikte ABD toplumunun buna karşı cevabı, birkaç yıllık suskunluktan sonra genel olarak savaşın çılgınlık olduğunu anlatan “Apocalypse Now” (Francis F. Coppola), “Deer Hunter” ( Geyik Avcısı / Michael Cimino), “Günaydın Vietnam” gibi kimi “eleştirel” filmler olur. Yani Hollywood toplumda genel hale gelen, “Acaba biz yanlış mı yaptık?” sorusuna, savaşın kendisinin bir çılgınlık olduğunu, onun içinde My Lai Katliamı gibi katliamların da olabileceğini anlatan bir tavırla cevap verir. Aslında egemen olan düşünce yansımasını bulur.
Savaş olacaksa, mümkün olduğunca “temiz” olmalıdır bundan böyle! Askeri hedefler vurulmalı, sivil halka fazla zarar verilmemelidir. Zaten ABD de bunu hiç yapmamıştır! Ama arada kazalar olmaktadır! Bundan sonra daha dikkatli olunacaktır.
80’li yıllar yumuşama yıllarıdır. Başdüşman komünistlerle ticari ve kültürel ilişkilerin sıklaştırılması ve “komünizmi” barış içinde satın alma yoluyla yıkma yıllarıdır.
Savaş alanları Rocky filmlerinde olduğu gibi ringler; Rambo filmlerinde olduğu gibi Vietnam Savaşı’nın her yerde sürdürülmesi, Afganistan’da “iyi”lere yardım ve benzeridir. İnsanlığın genel çıkarları için komünist rejimlerle de belli işbirliği yapılabileceği vb. de işlenmeye başlanır. Gorbaçov iktidara geldikten sonra çekilen James Bond filmlerinden birinde KGB-CIA ve İngiliz Gizli Servisi ajanlarının, tüm dünyayı tehdit eden ve savaş çıkarmak isteyen bir caniler şebekesine karşı birlikte çalışması bunun tipik bir örneğidir.
1980’li yılların sonunda, içten çoktan revizyonistleşerek çökmüş olan doğu blokunun yıkılması, 1991’de eski Sovyetler Birliği’nin resmen de kendi kendini lağvetmesi ile, Hollywood’un 1945 sonrasındaki tüm döneminin başdüşmanı da tarihe karıştı.
Artık yeni bir dönem başlıyordu: Bütün insanlığın kabul ettiği “insan hakları, demokrasi, özgürlük” gibi değerleri savunanlar ve bunlara karşı çıkma cüretini gösteren “terörist”ler! Bu ikincilerin, birinciler tarafından cezalandırılması (tabii bu cezalandırma işinde başı çeken dünya jandarması ABD olacaktı!) doğru idi!
Bütün medya bu temayı işlemeye başladı. Bu dönemde çoğu Arap olan ve eski komünistlerden destek ve silah alan “terörist”lere karşı Rambo tipi bir dizi film kapladı ortalığı.
Ardından Irak’a karşı “uluslararası güç”ün ABD önderliğinde savaşı geldi gündeme. Savaş, tarihin ilk “canlı yayın yapılan” savaşı oldu! Dünya kamuoyu savaşı tek merkezden servise sokulan, temizlenmiş resimler üzerinden güya canlı olarak yaşadı! Görülen neydi? Bağdat semalarında Irak uçaksavarlarının havai fişek görünümlü salvoları! Saldırıya katılan uçakların havalanışı; pilotların başlıklarındaki kameralarla çekilen ve “akıllı” bombaların nasıl hedeflerini bulduğunu gösteren ve yeni dönem çocuklarının video oyunlarından tanıdığı resimler! İnsan mı? Yok canım! Bu savaş “temiz savaş!”. Vietnam Savaşı’ndaki gibi yanan çocukların, beynine kurşun sıkılan Vietkong gerillasının resimleri gibi resimlerle insanları meşgul etmeye gerek yok! Bu savaşta “haklılar” zaten komando merkezlerinde düğmelere basıyor, “akıllı” bombalar da gidip önceden belirlenmiş hedefleri buluyor! Biz bunu daha önce bir yerlerde görmüştük! Evet, evet Hollywood’un “Yıldız Savaşları”nda! Tekniğin her şeyi belirlediği savaşlar dönemi! Tüm insanlığın, insanlık değerleri adına, insanlık dışında olanlara karşı savaştığı dönem!
Irak savaşı ertesinde, “uluslarası topluluk” -siz başını ABD’nin çektiği emperyalist batılı güçler anlayın- yeni düşman olarak “uluslararası cürüm şebekeleri”ni seçti. Hollywood’un bu döneme cevabı, insanlık adına ABD’nin yiğit(!) antiuyuşturucu polisinin uyuşturucu şeflerine karşı yürüttüğü savaşı hikaye eden “Kartel” ya da Arap köktencilere karşı bir Amerikalı kahramanın(!) yalnızca tek başına savaş kazandığı “Gerçek Yalanlar” gibi filmler oldu.
Şimdi son dönemin en masraflı ve en popüler filmlerinden bazılarına ve bunların, örneğin şu ada Yugoslavya’da “kötüye”, “insanlık değerlerini çiğneyene” (Miloseviç) karşı, insanlık adına ABD’nin başını çektiği savaşla bağına bakalım:
Bir savaş filmi: İndependence Day (“Bağımsızlık Günü”; 1997). Zaman çok yakın gelecek. Belki bugün. Savaşılan düşman İkinci Dünya Savaşı ertesindeki “bilim kurgu” filmlerinde olduğu gibi “dünya dışı” yüksek teknolojili, ama ruhsuz ve çirkin mi çirkin, karabasan yaratığı olabilecek böcekler! Dünya’ya egemen olmak istiyorlar. Ve bütün insanlık -hangi ırktan, ulustan, dinden olursa olsun- tabii ki! ABD’nin önderliğinde birleşip bu insanlık düşmanlarını yok ediyor! ABD’nin Bağımsızlık Günü olan 4 Temmuz, “Dünya Kurtuluş Savaşı”nın günü oluyor!
Bir başka savaş filmi: Starship Troopers (“Uzay Gemisi Askerleri”; 1997). Zaman oldukça uzak bir gelecek. Dünya ABD’nin globalleşmesi olmuş! Bir dünya devleti var. Dünyayı dış düşmanlara karşı korumak için askerlik en önemli ve en saygın meslek! Gençler askere gidebilmek için birbiriyle yarışıyor. Ama öyle herkes askere alınmıyor. Askere alınanlar toplumun en iyi eğitim almış, en yakışıklı, en güçlü, elit kesimi! Toplumda seçme hakkını elde edebilmek için en az 10 yıl askerlik yapmak gerekiyor! Düşman yine demir böcekler! Ruhsuz, öldürmek için öldüren -ne de olsa ABD’nin şimdi bütün insanlığın değerleri olmuş değerlerini tanımıyorlar- makinalar! Sonunda tabii yine kahraman Amerikan askerlerinin içinde en kahramanlarının kahramanlıklarıyla dünya kurtuluyor!
Bir macera filmi: Air Force One (“Hava Kuvvetleri 1” -ABD başkanının uçağına verilen ad-; 1997).
Şimdi Rusya’nın en ünlü mafya şefi olan ve elinde atom silahları bulunan bir “eski komünist” terörist, CIA-Rusya Gizli Servisi işbirliği ile tutuklanıyor. Onun “yoldaşları”, içinde başkanla birlikte başkanın uçağını kaçırıp rehine değiş tokuşu istiyorlar. Kahraman başkan bizzet kendi eliyle teröristleri hallederek “özgürlük ve demokrasinin” şantaj altına alınamayacağını gösteriyor!
Bir savaş filmi: Er Ryan’ı kurtarmak! Bunun üzerine daha önceki sayılarımızdan birinde uzunca yazmıştık. 1998 de çekilen bu film ABD nin yürüttüğü tek haklı savaştan bir episodla, ABD ordusuna, ve onun yürüttüğü savaşların haklı olduğuna olacağına övgü düzen bir film!
Hepsi, ve daha sayılabilecek bir çok film, insani değerler adına ABD nin yürüteceği savaşların haklılığının propagandasını yapan filmler. Savaş için kitleleri hazırlayan filmler.
“Bağımsızlık Günü”nde filmdeki başkan Thomas J. Whitmore askeri uçağına binip düşmana karşı kahramanca çatışmaya gitmeden, bütün insanlığa ve tabii en başta kahraman Amerikan askerlerine şu konuşmayı yapıyor:
“Günaydın! Bir saatten kısa bir süre içinde bizim uçaklarımız bütün dünyanın diğer uçakları ile birleşecek ve insanlık tarihinin en büyük hava savaşını yürütecek! İnsanlık! Bu sözcük bizim için bugünden itibaren yeni bir anlam kazanmalıdır. Bizim aramızdaki ufak tefek sorunların bizi yiyip bitirmesine izin vermemeliyiz. Ortak çıkarlarımız bizim hepimizi bütünleştiriyor! Belki bugünün 4 Temmuz olması ve bugün bir kez daha özgürlüğümüz için savaşmamız kaderin bir cilvesidir! Bugüan yalnızca zulme, baskıya, takibata karşı değil, yokolma tehlikesine karşı savaşıyoruz! Biz yaşama hakkımız için mücadele ediyoruz. Bugünden sonra -eğer yaşarsak- 4 Temmuz yalnızca ABD için bir kurtuluş ve bayram günü değil, bütün dünyanın bayramı olacaktır.”
Film başkanı Whitmore’nin yerine, ABD’nin andaki başkanı Clinton’u; dünyayı yoketmek isteyen dünya dışı canavarların yerine, “insani değerleri çiğneyen” Sırp kasabı Miloseviç’i; yok edilmek tehlikesi ile karşı karşıya olan ve ABD önderliğinde kurtarılmayı bekleyen dünya yerine; Kosova Arnavut halkını koyun ve konuşmayı öyle okuyun!
Ve yine Başkan Clinton’un Yugoslavya’ya karşı yürüyen savaşı gerekçelendirdiği konuşmaları bu konuşmayla karşılaştırın.
O zaman sözkonusu filmlerin gerçek hayatla bağını ve neye yaradığını görürsünüz!
Hollywood sahibinin sesidir!
NİLÜFER YÜKSEL