Askerler karşıki tepeden aşağıya doğru inmeye başladılar. Bir önceki grup gelen askerleri karşılayacaktı. Ama beklenen olmadı. Askerler direkt onların üstüne geldiler. Ne yapmıştı öndeki grup? Neden karşılayamamışlardı onları? Bu hesapta yoktu işte. Öndeki grup oyaladıktan sonra gidip vuracaklardı. Kaldıkları yer oldukça elverişsizdi. Hamit arkadaşlarını nasıl konumlandıracağını bilemiyordu. Çaresiz çatışmaya gireceklerdi. Zaten aralarında fazla bir mesafe de kalmamıştı. Geri çekilmek de mümkün değildi.
Düşmanları fazla yaklaşmasın diye Hamit ilk atışı yaptı. Peş peşe mermiler atıldı. Gerillalar kafalarını bile kaldıramıyorlardı. Yer kabuğunun karnına girercesine toprağa yapışmışlardı.
Kaldıkları yer gerilla için ölüm demekti, ne arkasına sığınabilecekleri bir kaya, ne de onları gizleyebilecek ağaçlar vardı. Askerler kısa bir zamanda gerillalara yaklaştılar. Ateş üstünlüğü baştan beri askerlerdeydi. Artık el bombaları da atılıyordu. Dağ taş silah, bomba ve roket sesleriyle inliyordu. Hamit’in yanındaki gerilla kafasından aldığı kurşunla can verdi. Hamit can havliyle önüne geleni vuruyordu. Ama sonları gelecek gibi değildi. Bir roket gruptan birini paramparça edince sanki kendisi de onunla birlikte paramparça oldu.
Geri çekildiler. Geri çekilirken hiçbir engelle karşılaşmadılar. Üç saatlik bir çabadan sonra geri çekilebilmiştiler. Daha kayalıklı bir yerdeydiler. Savaş uçakları görünmeye başladı. Gökten yağmur gibi bombalar yağıyordu. Kazan bombası Hamit’in çok yakınına düştü. Toprağın kaymasıyla anında kendisini havada buldu. Bir metre kadar havada uçtuktan sonra tepesi üstü yere çakıldı. Kazan bombasının oluşturduğu basınçla kulakları duyamaz oldu. Kafası kanıyordu.
Akşama doğru bir mermi gelip Hamit’in bacağına saplandı. Karanlık bastırır bastırmaz da sürünerek tepenin yamaçlarına doğru gitti. Gruptan kimse kalmamıştı. Çemberi kırıp kaçmışlardı. O hengâmede yaralı olduğunu bile görememişlerdi. Askerleri karşılayacak olan grup komutanına veryansın etti. Kurtulursa bunun hesabını soracaktı. Belki de önceden yer değiştirmişlerdir diye düşündü. Hesapta olmayan bir şeyler başına gelmiş de olabilirdi.
Gecenin dondurucu ayazında sürünerek bir ağacın altına kadar gelmişti. Sabah olmuş ve güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Ceketini yırtık bacağına sarıp bandajlamıştı fazla kan akmasın diye. Kangren olmaması için de zaman zaman gevşetiyordu bandajı. Bacağı gittikçe daha da ağrımaya başladı. Sanki bacağının yüz yerine yüz ayrı bıçak saplıyorlardı. Şişmişti bacağı. Çevresi, bacağından akan kanla kıpkırmızı olmuştu. Acı saldırdıkça yüzü geriliyor. Dudaklarını acımasızca ısırıyordu.
Arkadaşlarının gelip kendisini kurtarmasını bekliyordu. Askerler yaklaşıyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızla vurmaya başladı. Sürünerek ağacın diğer tarafına geçti. İntihar etmek için silahını kafasına dayadı. Düşmanlarına sağ yakalanmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Yalnız askerler onu fark etmediler. Silahını indirdi. Dayanılmaz acı bacağına saldırıp onu takatsiz bıraktı. Dişlerini sıktı acıdan. Sırılsıklam oldu terden. Küçük el teybini çıkardı. Ses kayıt düğmesine basıp konuşmaya başladı: “Neredesiniz yoldaşlarım. Gelin beni kurtarın…” Askerler yaklaşıyordu. Silahını kafasına dayadı. Kalbi gümbürtüyle vuruyordu. Teybi hala açıktı. Devam etti konuşmasına: “Yakalamak isterlerse bu son mermimle kendimi öldüreceğim. Halkıma ve partime olan inancımı asla kaybetmedim. Yalnız ideolojik olarak da kendimi geliştiremedim. Bunun eksikliğini hep hissettim.”
Bacağındaki ağrı gittikçe artıyordu. Toz toprak içinde kalmıştı. Kanın aktığı yerler çamur olmuştu. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Askerler hala geri çekilmemişlerdi. Yaklaştıkları zaman kafasına silahını dayıyordu. Acı yine görünmez oklarını saplıyordu bacağına. Bacağından da yukarıya doğru yayılarak onu pençesine düşürmek istiyordu. Dayanılmaz bir susuzluk hissetti. Elleriyle yeri kazıdı. Islak bir taş buldu. Susuzluğunu gidermek için ıslak taşı yaladı. Midesini fareler kemiriyordu sanki. Açlıktan ve susuzluktan dili damağı kurumuştu. Cebinde ekmek parçacıkları arandı. Küçük ekmek kırıntılarını yedi. Askerler operasyonda hala ısrarlıydı. Birkaç kere yaklaşmalarına rağmen onu görememişlerdi. Her yaklaştıklarında üstünde bomba bulunmadığı için hayıflanmıştı. Bombası olsaydı, bombayı onlara fırlatır ve sonra da kendisini imha ederdi.
Karanlığın çökmesiyle ortalık soğumaya başladı. Askerler geniş güvenlik önlemleri alarak ateş yakmışlardı. Hamit soğuktan ve acıdan kaskatı kesilmişti. Titriyordu. Bacağındaki acı daha da çoğalırken silah sesleri gelmeye başladı. Bombalar patladı. İzli mermiler ve ışıldaklar geceyi gündüze çevirdi. Çığlık sesleri geliyordu. Çatışmanın olduğu noktaya gözlerini kilitledi. Askerler sağa sola koşuşturuyordu. Anında ortalık ana baba gününe dönmüştü. Silahına davrandı. Ağaya kalkmaya çalıştı. Biraz yürüdü. Baktı yapamayacak, yürüyemeyecek tekrardan arkasına saklandığı ağacın yanına döndü.
Açlıktan başı dönüyordu. Arkadaşlarına yardım edememenin acısı yakasına yapıştı. Olduğu yerde kıvrandı acıdan. Arkadaşlarının bulunduğu tarafa doğru gelmelerini diledi içinden. Kısa bir zaman sonra silah sesleri kesildi. Hiç kimse de yanında yöresinde geçmeyince ne yapacağını bilemedi. Esen rüzgâr içini ürpertiyordu. Kaç gün önce yemek yediğini unutmuştu bile. Bilincini zorladı. Hafızasının zayıfladığına inandı. Daha önce cebinde sakladığı şeker torbacığını bu kahrolası takip sürecinde bitirmişti. Olsaydı biraz daha zinde kalmasını sağlayabilirdi.
Sabaha karşı rüzgâr daha da şiddetlendi. Dişleri birbirine vuruyordu. Güneşin doğuşuyla ortalık ısınmaya başladı. Öğleye doğru sıcaklık kendini hissettirdi. Bu sefer de durmadan terliyordu. Bacağındaki ağrı gittikçe şiddetleniyordu. Küçük el teybini yine çıkardı. Ses kayıt düğmesine bastı: “İki gündür tek başınayım. Aklıma bir saniye desen ihaneti getirmedim. Gece çok soğuk oldu. Düşman bana çok yakın bir yerde ateş yaktı. Ben soğuktan zangır zangır titrerken, onlar ısınmaya çalışıyorlardı. Açtım. Yani ihanet bir adım ötemdeydi. Silahımın namlusunda bulunan tek mermimi patlatsaydım yanıma gelip beni esir alabilirlerdi. Ama bunu bir an desen düşünmedim. Partime layık olabilmek için ne gerekiyorsa onu yaptım. Aç kalırım, susuz kalırım, acıdan çıldıracak gibi olurum ama teslimiyete meydan vermem. Uzak dursun benden. Zaten hep uzak durdu. İşte ihanet ile aramdaki mesafeyi hiç daraltmadım.”
Teybi hala açıktı. Kendisine bir moral partisi vermeye koyuldu. Direniş şarkılarını okudu. “Devrim yolunda bir bir / Engeller aşılmalı / Dağlarda ovalarda zincirler kırılmalı.” Zincirler kırılmalı, derken sesini biraz daha yükseltti. Acı durmadan ve acımasızca saldırıyordu. Açlıktan başı dönüyordu. Avucunda toprağı ufaladı sonra da yemeye başladı. Toprak midesine taş gibi oturdu. Ağacı soyarak kabuklarını yedi. Yediği şeylerin tadını hissetmiyordu.
Sabah oldu. Bacağındaki şişlik daha da artmıştı. Acıya hiç aldırmadan mücadeleye katıldığı günleri hatırladı. Katıldığı günkü heyecanını düşündü. Heyecanından ve inancından hiçbir şey kaybetmemişti. Arkadaşlarının yarattığı kahramanlıklar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti.
Teybin ses kayıt düğmesine tekrardan bastı: “Değerli yoldaşlar, partiye sekiz amca çocuğumla birlikte katıldım. Daha sonra da bir kız kardeşim katıldı. İçimizden bazıları şehit düştü. Düşmanın zulmüne defalarca tanık oldum. Onların zulümlerine tanık oldukça içimdeki mücadele azmi daha da bilendi. Bu son günlere kadar asla da arkadaşlarımdan ayrı düşmedim. Şimdi bütün yoldaşlar burnumdan tütüyor. Bugün de çok zor geçti. Yaram daha da çok acımaya başladı. Umarım gelir beni burada ölü ya da diri bulursunuz. Çünkü cenazemin düşman tarafından ele geçmesini istemiyorum. Velhasıl bugün çok zordu. Kendimle hesaplaştım. Her şeyden daha zor gelen açlık oldu. Karnım birazcık doyabilseydi, belki bu kadar da acı çekmezdim. Bugün de ot, toprak ve ağaç kabuklarını yemeye devam ettim. Umudumu ise hiç yitirmedim.”
Teybini zaman zaman açıp duygularını, düşüncelerini, yaptıklarını anlatıyordu. Hüzünleniyordu kimi zaman. Kimi zaman da acıdan hiçbir şey düşünemiyordu. Üçüncü gün olmuştu. Teybe yine konuşmalarını kaydediyordu. Sesi gittikçe de hırıltıya dönüşüyordu. Yediği şeyler midesini ağrıtıyordu. Sesinin artık çıkmadığını ve anlaşılmaz sözcükler kullandığının farkında bile değildi. O sadece konuşmak için sözcükler arıyordu. Bacağını karnına doğru çekti. Acıdan kıvrandı. Sesi gittikçe kesildi. Karnındaki dayanılmaz acıyı da artık hissedemez oldu. Yavaşça göz kapakları kapanmaya başladı. İnanılmaz “Bir Direnişin Üç Günlük Hikâyesi” böylece son buldu. ❧
Mehmet Söğüt