“Direnmek yaratmaktır!”[1]
Yıllardır cezaevlerindeki dostlarla mektuplaşırız. Malûm, “içeridekiler” için bir selam, “altın değerinde”. İnsanı tecrit ederek teslim almayı hedefleyen “psikolojik savaş” aygıtları, F tipi cezaevlerinde yatanlar için ise (ki aralarında üç kişilik hücrelerde 10. yılını dolduranlar var) bu küçük dayanışma nişanesi daha da önemli. Dışarıdan uzanan bir dostluk eli, arada sırada da olsa hatırını soran, ne bileyim, kitap-dergi gönderen birilerinin varlığı, gerçekten de hayatî… |
Ama cezaevleriyle yazışmanın tek yararı, tutsaklara değil. İnsan öğreniyor. Hem de birden fazla bakımdan.
İlkin, insan denen varlığın muazzam yaratıcılığını, sınır tanımaz düş gücünü, uçsuz bucaksız potansiyelini tanıyorsunuz. Çay artıklarında yetiştirdikleri bitkilerden boya üretip (en sudan gerekçelerle resim vb. atölyelerinden yararlanmalarını da engelleyen disiplin cezalarına çarptırıldıklarından) mukavvaların üzerine resim yapanlar, eski kazaklarını söküp hediye bebekler işleyenler, el yazısıyla dergi çıkartanlar ve şu sıralar, ağırlaştırılmış müebbetlik arkadaşlarının havalandırma sınırlamalarının kalkması için üçer kişilik hücrelerinden toplu bir dayanışmayı örgütlemeyi becerenler…
Ama cezaevi mektuplarından bir başka şeyi daha açık ve net bir biçimde görmek mümkün: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “hassasiyetleri”ni hangi kertelere vardırabileceğini…
Açıklayayım. Dostlarımıza Yeni yıl, 8 Mart, Newroz ve 1 Mayıs vesilesiyle kutlama kartları göndeririz, her yıl. Bu yeni yılda da öyle yaptık. Türkiye’nin hemen bütün cezaevlerinde yatmakta olan yüzlerce siyasal tutuklu ve hükümlüye yeni yıl kartları gönderdik. Şöyle bir şeyler yazıyordu:
“2011’de Leonard Cohen’in, “Everybody Knows”da
“Herkes biliyor zarların civalı olduğunu.
Atarken parmaklarını birleştiriyor herkes,
Savaş bitti, herkes biliyor bunu.
İyi oğlanlar yenildi, herkes biliyor bunu.
Herkes biliyor, zaten dövüş hileliydi.
Fakirler fakir kalır, zenginler daha da semirir.
İşler böyle gider, herkes biliyor,”
diye betimlediği “olağan”ın nihayete ermesi…
Albert Camus’nün, “İnsan var olmak için başkaldırmak zorundadır…
“Politik özgürlük kavramı; insanda, insan kavramının gelişmesini sağlar…
“Hiçbir şey yok edilemez, bir kalıntı mutlaka kalır…
“Başkaldırıyoruz, öyleyse varız,” sözlerindeki umudun
kapımızı çalması dileğiyle kutluyoruz yeni yılınızı…
SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER”
Kart olarak ise, bir kitabımızın kapağını kullanmıştık: ‘Kriz ve Hayat Yazıları: Bir Taş da Siz Atın!’ın[2] Tasarımını sevgili İlknur Kavlak’ın yaptığı o muhteşem kapağı.
Kartlar bir çok cezaevine ulaştı, dostlardan ellerine geçtiğini bildirir yanıtlar aldık.
Buraya kadarı iyi, hoş… Derken, G. Antep Cezaevi’nden bir faks çıkageldi; Zülfikâr Tunç’tan. Şöyle diyordu Zülfikâr:
“Bir konuda sizleri bilgilendirmem gerekiyor. Yanılmıyorsam on iki (12) arkadaşın adına ayrı ayrı mektup yazıp, yolladınız. (Aynı odada kaldığım arkadaşa da mektup verilmedi.) Mektuplarınızı maalesef alamadık. Sebebine gelince, Cezaevi İdaresi disiplin kurulu, gönderdiğiniz mektupları “sakıncalı” (tevkifevlerinin yönetimine dair bir tüzüğün 123. maddesi gereğince) bulduğundan tarafımıza verilmemiştir.
Bu konuda İnfaz Hâkimliği’ne başvurduk. Sizlerin de haberi olsun istedim. En azından bir cevap beklentisine girmeyin…
İnsanın aklına doğal olarak kartın içeriği geliyor. “Leonard Cohen ve Albert Camus, Gaziantep cezaevi yönetimine ağır gelmiş olmalı…” diye düşünürken bir faks daha: Bu kez de Sincan F Tipi tutsaklarından Lokman Laçin’den…
“Bana bir kart gönderdiğinizi C.evi disiplin kurulu başkanlığının 2011/29 karar ve 07/01/2011 tarih no.lu ‘SAKINCALI MEKTUP DEĞERLENDİRME KARARI’ başlıklı yazısıyla öğrendim. Kararın, gönderen taraf olarak muhatabı olduğunuzdan, ilgili kısmı metinden aynen alıntılayarak aktarıyorum: ‘Gereği düşünüldü/ Yapılan inceleme neticesinde yukarıda kimliği yazılı bulunan hükümlü Lokman Laçin’e Sibel Özbudun ve Temel Demirer’den (adres) gelen kartta avuçlarında taşlar olan, kolundan kanlar akan, karın ve diz bölgesini gösteren kart postal şiddet içerikli ve şiddet özendirici olması nedeniyle sakıncalı görülerek ceza infaz kurumumuz Disiplin kurulu tarafından kartın imha edilmesine karar verilmiş olup… kararın infazı için ilgili birime yazılmasına oy birliğiyle karar verildi.’”
Yeni yıl kartımız, daha doğrusu kartın üzerindeki resim, “şiddeti özendirmek”ten suçlu bulunup infaz edilmişti!
Garabet bu kadarla bitse, iyi… Dedim ya, arada bir kitap göndeririz içerideki dostlara. Kendi yayınlarımızdan. Bir taş da siz atın! ı da Gaziantep ve Sincan dahil, devrimci tutsakların bulunduğu tüm cezaevlerine göndermiştik ve kitap, sorunsuzca sahiplerine ulaşmıştı! Yani bizim resim, kitap kapağı olarak masum, ama yeni yıl kartı olarak suçluydu!
* * *
Belki bu da -insanı soluksuz bırakan onca adaletsizliğin yanında- gülünüp geçilecek vak’alardan biri… Tam da o günlerde, bir başka tutsak dostumuzdan, hangi cezaevinde sürgün olduğunu takipte zorluk çektiğimiz Mehmet Yamaç’tan, aşağıda uzun bir bölümünü aktaracağım mektubu almamış olsaydık, biz de gülüp geçerdik her hâlde…
Mektup, şöyleydi:
“Merhaba Yürek Dostlarım,
(….) Sevgili Yürek dostlarım ben yaklaşık onbeş yıldır cezaevindeyim. 19.12.2000 yılında Adana Ceyhan Cezaevindeydim. (…) Bu vahşette (“Hayata Dönüş” operasyonu –b.n.) benim göğüs kafesimi kırdılar ve kırılan kaburgalar üst üste geçmiş, kalbimin sol üst köşesinde bir yumak gibi kaynaşmış, bu on yıldır ne sağ ne de sol tarafıma yatamıyorum – geceleri sadece üç-dört saat ancak yatabiliyorum. 19 Aralık vahşetinden sonra üç gün hastanede kaldık; tüm devrimci tutsaklar olarak bu vahşeti protesto etmek için hiç birimiz tedaviyi kabul etmedik. Daha sonra bizleri öyle yaralı bir şekilde götürüp hücrelere attılar; aradan iki yıl geçti, sağlık sorunlarım gittikçe kötüye gidiyordu. Arkadaşlarımın isteği ve ısrarlarından dolayı hastaneye gittim. Filmler çektiler, kan tahlilleri yaptılar. Doktor bana bu ne zaman oldu diye sordu. Ben olayı olduğu gibi anlattım. Doktor bana, “niye zamanında tedavi olmadın, benim yapacağım hiçbir şey yok, sen bu ağrıları ölünceye kadar çekeceksin,” diyerek ağrı kesici kremler yazıp beni cezaevine geri gönderdi. Daha sonra defalarca hastanelere gittim, kimi doktor ileride cesur bir hekime denk gelirsem bir operasyonla göğüs kafesimi düzeltebileceğini ve kendisinin böyle bir operasyonu yapamayacağını söyledi. Kimisi de zamanında tedavi olsaydın deyip hiçbir şey yapmadılar. Tabii ki sadece göğüs kafesim kırık değil. Atılan gaz bombalarından dolayı ciğerlerim de hasar görmüş, ciğerlerim için de ilaç yazıp hiçbir şey söylemiyorlardı.
Bundan üç yıl önce Muş Devlet Hastanesine götürüldüm; ellerim daha kelepçedeyken doktor oturduğu yerden bana dönerek “Mehmet Yamaç, sen şu ana kadar kaç kişi öldürdün?” diye sordu. Ben o anda şok oldum ve astsubaya dönerek benim hastaneye sevkim vardı, siz beni yanlışlıkla gözaltına, işkencehaneye getirmişsiniz, bu koşullar altında tedaviyi kabul etmiyorum, dedim. Askerler beni kapının önüne çıkardılar. Doktor astsubayla konuşuyordu ve aynen şunu söylüyordu: “Bak görüyorsun, komutan, Devletimizin yüceliğini. Devlet bu teröristleri yakalıyor, öldürmüyor, besliyor ve her türlü sağlık sorunlarıyla ilgileniyor. Bu teröristler ne yapıyor? Ya bu devleti bölmeye ya da bu devletin onurlu askerlerini, polisini, memurunu ve doktorlarını kötülemekten başka bir şey yapmıyorlar,” diyordu. Ben cezaevine geri gittikten sonra Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum; daha sonra savcıyla görüştüm, olanları olduğu gibi savcıya anlattım; savcı da bana “Sen de her şeyin altında bir art niyet arıyorsun, belki doktor sana iyi niyetten sormuş,” dedi. Ben de savcıya, “o zaman ben de size siz faşistsiniz, diyeyim, siz de benim iyi niyetten söylediğimi anlayın,” dedim. Savcı bana, “sen çok oluyorsun, seni buradan sürgün ederim,” diye tehdit etti; ben de bu zihniyeti protesto etmek için hastaneye iki yıl gitmedim.
İki yıl sonra rahatsızlandım, beni Acil’e götürdüler ve ciğerlerimden dolayı beni Diyarbakır Göğüs Hastanesi’ne sevk ettiler. Ve çok vahimdir, ama ilk defa ciğerlerimden rahatsız olduğuma sevindim, çünkü Diyarbakır’da belki göğüs kafesimi de tedavi ederler diye bir umut yeşermişti içimde; ama maalesef Diyarbakır’a gittiğimde bana hiç bakmadılar. Ben her ne kadar kendi sorunlarımı dile getirdimse beni dinlemediler bile. Yirmi adet iğne yazıp geri gönderdiler, ama aynı rahatsızlığa yakalanan ve durumu benden daha iyi olan bir adli mahkûmu hastanede yatırıp tedavisi yapıldı. Daha sonra o mahkûmun çek-senet mafyasından tutuklandığını ve sağ görüşlü olduğunu öğrendim. Ben o insan sağcı olduğu için tedavisi yapılmasın diye bir şey söylemiyorum. Sadece bu anlattığım bile, hasta devrimci tutsakları bilinçli olarak ölüme terk ettiklerinin en güzel örneğidir. 2009’un ortalarında Muş Devlet hastanesine tekrardan gittim, yine filmler çektiler. Doktor filmlere bakınca alay edercesine bana dönerek “vah vah vah, yav Mehmet sen kendine ne yapmışsın. Ranzadan mı düştün, yoksa kendini bir yere mi vurdun?” dedi. Ben de çok sakin bir şekilde 19 Aralık’ta yapılan vahşette askerler ve (karalanmış) yaptıklarını söyledim. Doktor Türk askerî insana saldırmaz, sen askerlere iftira ediyorsun, dedi. Ben de yine tedaviyi kabul etmedim. Doktora seni ve kirlenen zihniyetini protesto ediyorum, deyip cezaevine geri götürüldüm.
Daha önce cezaevinde yapılan bazı saldırılar vardı. Ben Adalet Bakanlığı’na, ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı’na suç duyurusunda bulunmuştum. Başsavcı ifademi almak için beni çağırmıştı. Gidip Başsavcıyla görüştüm, olan bitenleri hepsini olduğu gibi anlattım. Doktorlar bana ideolojik yaklaşıyorlar, dedim. Başsavcı olanları savunmaya başlayınca be de başsavcıya, “sizler hepiniz kafatasçısınız. Burada yapılan tüm saldırılarda sizin parmağınız var,” deyince Başsavcı beni tehdit ederek dışarı çıkardı ve bir süre sonra, yani 15.01.2010 tarihinde benle arkadaşım Cebrail’i Erzurum H Tipi hapishanesine sürgün etti.
Biz buraya geldikten sonra yaklaşık üç ay beni revire çıkartmadılar. Ağrılar içinde kıvranıp durdum. Her sorduğumda, “Doktor yoktur,” dediler; daha sonra üç-dört defa hastaneye sevk edildim. Erzurum Bölge Araştırma Hastanesine gittim. Elimdeki kelepçeyi açmadıkları için tedavi olmayı kabul etmedim. Kelepçeyi doktorlar açtırmadılar. Ben doktora “Seni TTB’ne şikayet edeceğim,” dedim doktor da bana “yazarsan selamımı söyle” diyerek hiç umursamadı.
Bundan iki ay önce çok kötü bir öksürük illetine yakalandım; öksürdüğüm zaman ağzımdan kan geliyordu. Revire çıktım, doktora durumu anlattım; bana öksürük şurubu ve iğneler yazdı; bir hafta iğneleri kullandım ama hiçbir faydasını görmedim. Yaşam bana bir nevi işkenceye dönüşmüştü.
19 Aralık Pazar günü fenalaştım. Arkadaşlar kapıyı çaldılar. Gardiyanlar geldi, benim fenalaştığımı söylediler. Yarım saat sonra 112’den ambulans geldi. Beni hapishane önünde muayene etti ve beni göğüs cerrahisine sevk yaptı. Bana bir iğne yaptılar, doktor bana seni Acil’e götürürsek bir ağrı kesici yapıp geri gönderirler, dedi. Daha sonra, 23 Aralık’ta beni hastaneye götürdüler, tekrardan film çektiler. Doktor beni muayene etti, zatürree teşhisi koydu ve beni yatıracağını söyledi. Ama astsubay mahkûm koğuşu doludur, yer de yok, dedi. Doktor bu hastanın ciddi sorunları var, sadece zatürree değil; eğer burada yer yoksa onu Göğüs hastanesine sevk edeyim, buradan giderken hastanede yatırın, sonra gidin, dedi. Astsubay da kabul etti. Ben Göğüs hastanesine gidip yatırılmayı beklerken, beni cezaevine geri götürdüler. Astsubaya “beni hastanede yatıracaktınız, ama hapishaneye geri getirdiniz,” dedim. Astsubay, “mesai bittiği için geri getirdik, yarın seni götürüp hastaneye yatıracağız, eğer rahatsızlanırsan idareye söyle, sana doktor çağırırlar,” dedi; ve ben hâlen bekliyorum, artık ne zaman götüreceklerini bilmiyorum.
Sevgili dostlar, daha önce yaşadıklarımı İstanbul İHD, İzmir İHD, Mersin İHD, Van İHD ve Meclis İnsan Hakları Komisyon başkanına defalarca yazdım. Sadece geçmiş olsun dileklerini bir kartla bildirdiler. Ben Van İHD’ye tüm sağlık raporlarımı da gönderdim, ama bir netice alamadım. Zaten Meclis İnsan Hakları Komisyonu bir cevap bile vermedi. (…)
Yaklaşık on yıldır ölmemi bekleyen düzen bekçileri benim bu yaşama onurumdan hiçbir taviz vermeden dört elle sarılmamdan dolayı hep hayal kırıklığına uğradılar; ama öyle görülüyor ki yolun sonuna geldim. Ben öyle çok karamsar biri değilim; şu ana kadar hiçbir zaman moralimi kaybetmedim ve asla ölümden de korkmadım. (…)
Sevgili dostlar, baş tarafta yazdığım gibi, bu yapılanlar sadece bana karşı yapılmıyor. Bu genel bir politika olduğu için tüm hasta devrimci tutsaklar için uygulanıyor…”
Evet, cezaevi yönetimleri, tutsakların yeni yıl kartlarıyla “kışkırtılıp” şiddet duygularına kapılmaması konusunda fazlasıyla hassas…
Peki ya Mehmet Yamaç’ın çürümekte olan kalbine?
Ya tüm bedenini saran tümörlerle boğuşan Erol Zavar’a?
Ya hayatta kalması ilik nakli yapılmasına bağlı kan kanserli Abdülsamet Çelik’e?
Ya diyabet hastası, insülin bağımlısı Ufuk Keskin’e?
Ya rahim kanserli Deniz Tepeli’ye?
Ya şu an bu ülkenin çeşitli cezaevlerinde ölümü beklemekte olan 97 ağır hasta tutsağa?
Ya sadece son sekiz ayda bu ülkenin cezaevlerinde gerçekleşen 154 ölüme?
“Asmayalım da besleyelim mi?” demişti bir zamanlar, omzu kalabalığın biri…
Şimdiyse zaman değişti. Artık sadece yeni yıl kartlarını infaz ediyorlar.
İnsanları ise…. F tipinin unutulmuşluğunda, ölüme terk ediyorlar…
Tam bu noktada ölüme karşı Stéphane Hessel’in, ‘Indignez Vous!/ İsyan Edin’deki, “Biraz arayın, isyan edecek nedenler bulacaksınız. Sergilenebilecek en kötü tavır lakaytlıktır. İsyan edecek, militan olacak bir sebep bulmak kıymetlidir,” sözlerini anımsayın ve eyleme geçin…
19 Ocak 2011 09:34:02, Ankara.
N O T L A R
[1] Stéphane Hessel, Indignez Vous!/ İsyan Edin.
[2] Sibel Özbudun (der.), Kriz ve Hayat Yazıları: Bir Taş da Siz Atın! Ütopya Yayınları, Ankara 2010.