“Modern kültür artık hiç oynanmamaktadır
ve oynandığı izlenimini verdiği yerde de
hile yapılmaktadır.” [1]
Yukarıdaki cümle politik bir kitabın çıkış noktası olmaya aday niteliktedir. Bu tümce bize incelenmesi gereken birkaç olguyu da sunmaktadır. İlk başta cümlenin girişi ve incelemenin de ana odağını oluşturan “modern” kültür kavramı ve ardından onla ilintili olarak “oynanamayan oyun” ve cümlenin tamamının bütünsel iletisi olan “geçmiş” yani modern öncesi.
Oyunun tarihsel arenada izlediği yol, toplumsal gelişimin izlediği yol ile koşut bir gelişim seyri izlemiştir. Tarihsel ilerleme sınıflar arası ilişkiler tarafından belirlenir. Sınıflar arası ilişkilerin toplumsal dönüşümü, toplumsal bir unsur olan oyununda gerek öz gerek biçiminde farklılaşmalar yaratır.
Oyun bir araçtır insan için; kişinin toplumsallaşması, toplumsal kültürün kişilere aktarılması, bunun yanında insan üzerinde baskı oluşturan gündelik yaşamdan bilincin bir sürelik sıyrılarak rahatlamasına aracılık etmektedir. O halde oyun bir yeniden üretim mekanizmasıdır
Onun bu özelliği örneğin Aristo tarafından fark edilmiş ve Aristo egemen ideolojinin hegemonyasını kurmasında oyunun (tiyatro) önemli bir araç olabileceğini savunmuştur. Aristo’nun yaptığı, zaten kendisinden çok önce başlamış ve devam eden bir gerçekliğe el atmaktan ibarettir. Demek ki oyun aynı zamanla insanidir.
Oyunun doğal bir dürtü olduğu ve yalnızca insana has bir şey olmadığı söyleminin üzerinde durmayacağım.
Oyunun insani olması onun toplum içinde bir ihtiyaç (kastedilen temel bir ihtiyaç değil) olmasından ileri gelir. İnsan oyuna kendi istemi ve samimiyetiyle katılır. Orada herkes gerçekten kopma için samimi bir anlaşma içindedir. O Aristo’dan ayrı bir noktada durmaktadır. Kendi başına devletten ayrı insani bir işlevle işlemektedir. Bunu söylerken oyunun ideoloji üreten bir unsur olmadığını katiyen söylemiyorum. Egemen sınıf ideolojik hegemonyasını kurduğunda bundan toplumun bütün kesim ve kısımları etkilenir. Burada kastedilen, oyunun kendi içindeki anlamıdır. Onun primitif halidir.
Bu hal takî modern döneme kadar kısmen varlığını devam ettirmiştir. Kısmen diyorum çünkü egemen güçler ideolojiyi insanların ruhuna değin yaymak için genelde halkın içinde var olan değerleri kullanırlar (oyun gibi). Ona yeni anlamlar yada biçimler katarak bunu başarırlar.
Örneğin, Roma’daki işlevinde de ideolojik yön sezilir oyunda. Roma açısından oyunun gündelik yaşamla iç içeliği Roma’nın siyasal-sosyal yaşamıyla ilgilidir. Oyun eğlendirici yönüyle kitlelerde egemenlere karşı yoğunlaşması muhtemel öfkenin boşalımına hizmet ederken aynı zamanda militarizmi de yeniden üretmekteydi. Aynı şey Yunan toplumu içinde geçerlidir (oyunu devletin organize etmesinde ideolojik bir yön vardır). Bu durum aynı zamanda kitlenin kendini bir bütün olarak, sınıfsız algılaması sonucunu da doğurur.
Oyun bunu sağlarken onda bulguladığımız özelliklerden yararlanır. Biz buraya kadar oyunun gönüllü katılım gerektirdiğini, gündelik hayatın dışında olduğunu, bir anlaşma olduğunu belirtmiştik farklı biçimlerle olsa da. Modern zamana değin biçim değiştirerek te olsa (Roma’da arenalar, ortaçağda şenlikler vb.) varlığını sürdüren oyun modern sonrasında gelişen ekonomi-politik durumun etkisiyle oynanmaz, yada hileli oynanır hale gelmiştir.
Bu aşamadan sonraki gidişat modernizmin eşittir kapitalizm olması gerçeğiyle ilintilidir. Ve yapılacak her “modern” incelemesi kendiliğinden politik bir kulvarda gelişecektir. O halde oyunu ortadan kaldıran modern dönem eleştirimizin nesnesini oluşturmaktadır. Fakat şunu belirteyim, burada birazdan söyleyeceğim şeyler daha önce defalarca söylendiği için basmakalıp ve ezber gibi gelebilir; ancak kapitalizmin eleştirisi sermaye egemen koşullarda kendini tekrar etmeye mahkûmdur.
Modernizmi belirleyen ana güç meta ideolojisidir.(işte tam da bu nedenle Marks ekonomi-politiğin eleştirisine [kapital] metanın tanımıyla başlar). Metanın değişim değerinin tek belirleyici olduğu bir dünyada her şey onunla değiştirilir hale gelmiştir. Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çevirmesi gibi meta ideolojiside değdiği her şeyi kendine benzetir. Dokunduğu her şey artık satın alınan bir nesnedir. Bunun için öz feda edilmiştir. Eagleton’un Shakespeare çözümlemesinde belirttiği gösterenin gösterilenden kopuşu ya da Nietzsche’nin post-modernizmi öncelleyen değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin savı modern dönem gerçekliğini ifade ederler.
Bu kapitalist dönemin doğal sonucudur. Bu doğal sonuç ideolojik aygıtlarla her yere sokulur, değerlerin içleri boşaltılır. Yada ortaya koyulan kavramlarla bilinçlerimiz iğdiş edilir. Sahtelik hükmünü sürmektedir. Böyle bir dünyada herkesin ağzından eksik etmediği “hümanizm” kavramı dahi burjuva bir kavram olarak gizliden gizliye yaşar.
Kapitalizmin kurallarının geçtiği, onun oyunu belirlediği yerde oyun öldürülmüştür. Oynandığı söylenen şey ise Huzzinga’nında belirttiği gibi hiledir. Hile olmayan hiçbir şey yoksa, bu normal bir sonuçtur. Her şeyin onun tarafından ele geçirildiği bir dünyada samimi ve gönüllü bir anlaşma olan oyun barınabilir mi?
Oyun da artık alınıp satılabilen bir şey haline gelmiştir. (oyuncuda satılıktır, uzmanlaşmanın doğal sonucu) Ki oyunun sınırlarını belirlemek dahi artık zorlaşmaktadır. Modern zaman öyle bir dönemdir ki artık insan oyunu belirleyenin kendisi olmadığının bile farkına varamamaktadır. Kendi özgürlüğü içinde, kendi iradesiyle seçimlerini yaptığı yanılgısındadır.
Aslında meselenin özünü şu cümleyle özetleyebiliriz: Oyunun yitirilişi özgürlüğün yitirilişidir. Özgürlük sorunsalının kavranması, modern dönemin yaratısı olan, özgürlüğünden ve dolayısıyla kendinden edilmiş insanı da bize anlatacaktır. Bunun için çok sevdiğim bir masalı aktarmak istiyorum.
“Bir gün uyuyan bir adamın ağzından içeriye bir yılan girer ve midesine yerleşir. Adam uyandığında büyük bir korkuyla anlar ki, o zamana kadar özgürce sürdürdüğü yaşam sona ermiştir. Artık varlığı, tamamen yılanın keyfine bağımlı olmuştur. Yılan ise, kötü ve baskıcı bir varlıktır. Adam, korkunç eziyetlere uğramamak için, yılanın bütün buyruklarını hemen yerine getirmek zorundadır. O insan, artık kendisi değildir, tek başına hareket edebilme yeteneğini kaybetmiştir. Onun özgür irade bildiriminin yerini despotça buyruklar yağdıran efendisinin kötü niyetleri almıştır. Adam için yaşam her yönüyle mutlak bir uşaklığa dönüşmüştür. Öyle ki bundan daha kötüsü düşünülemez.
Aradan zaman geçer ancak kahramanımızın trajik varoluşu üstüne çökmüş bulunan kabusla, dakikalar saat, günler yıl olmuştur. Ama, güzel bir sabah adam uyandığında, birden yılanın gitmiş olduğunu fark eder. Adam, özgürlüne yeniden kavuşmuştur. Şimdi, eskisi gibi, istediğini yapabilmektedir. Önce, benliğini büyük bir sevinç sarar; bu yeniden kazanılan özgürlüğün verdiği sevinçtir. Oysa, hemen sonra anlar ki ne yapması gerektiğini artık bilmemektedir. Yılanın kesin egemenliği altında geçen uzun zaman içinde iradesini onun iradesine, isteklerini onun isteklerine ve gücünü onun gücüne bağımlı kılmaya alışmıştır. İsteme, çaba gösterme, tek başına hareket edebilme yeteneklerini kaybetmiştir artık. Kölelik koşullarında kazanılan yeni “nitelik”, yılanla birlikte çekip gitmiştir. Adamın içinde bir yer boşalmıştır. Özgürlüğün yerini boşluk almıştır.”[2]
[1] homo ludens-J.Huizinga
[2] özgürlük ve yabancılaşma-Y.Davidov
Erkan KÜÇÜK