Orhan Pamuk hakkında açılan davanın ilk duruşması 16 Aralık’ta gerçekleşti. Kimi Avrupalı temsilcilerin yanısıra Türkiye’den de insan hakları, demokrasi savunucuları Pamuk’u desteklemek için mahkeme salonunda yerlerini aldılar.
Türkiye’deki yasa değişiklikleri ve sözkonusu “suç”un Pamuk tarafından yeni TCK’nın yürürlüğe girmesinden önce işlenmesi gözönüne alınarak, mahkeme gününden kısa süre önce Adalet Bakanlığı’na gönderilen dosyanın cevabı gelmediği için, duruşma, herhangi bir ifade alınmaksızın 7 Şubat’a ertelendi. Davanın kaderini şimdi Adalet Bakanlığı’nın vereceği karar belirleyecek.
Pamuk eski TCK’nın 159. yeni TCK’nın ise 301. maddesine göre “suç” işlemiş, “Türklüğü alenen aşağılamış”tı… Peki Pamuk, ne yapmıştı ki, ne söylemişti ki “Türklüğü alenen aşağılamış”tı? Onun yargılanmasını gerektiren şey neydi? Beni öncelikle ilgilendiren de bu soruya verilen cevaptır.
Pamuk 9 Şubat 2005 tarihinde İsviçre’de yayınlanan Das Magazin adlı dergide “Mademki kimse söylemiyor, ben söyleyeyim. Bu topraklarda 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” biçiminde bir tespit yapmıştı. Bu tespit Türkiye’de, hem de ceza kanunu ile “Türklüğe alenen hakaret” olarak görülmektedir.
Pamuk aslında yeni bir şey söylemiyordu. “Soykırım” tanımını da kullanmıyordu. Hatta, “kimse söylemiyor, o zaman ben söyleyeyim” tavrını takındığında, gerçekleri de çarpıtıyordu. Çünkü ondan çok önceleri bunu söyleyenler vardı, var. Yeni bir şey icat etmiş gibi kendisini öne çıkarması gibi bir tavırdı bu.
Buna rağmen ama Pamuk hakkında açılan davada Cumhuriyet Savcılığı soruşturmaya gerek olmadığı sonucuna varmıştı önce. Bu sonuç açıklandıktan sonra yeniden dava açıldı ve soruşturma başladı… Tam bir hukuk oyunu oynanmaktadır. Zaman aşımına uğraması gereken bir durum olduğu halde “son gün açılan dava” açıklaması ile gündemde tutuldu sorun.
Orhan Pamuk’un mahkeme karşısına çıkmasına neden olan konuşması, aslında sözkonusu TCK maddesine göre de “Türklüğe alenen hakaret” değildi. Savcılar ama böyle yorumluyor! Pamuk’un sonraki dönemde “30 bin ölü içinde Türk askeri de var” demesi, ya da “1 milyon Ermeni öldürüldü” tespitini “lafın gelişi” söylediğini ama “dürüst olma gereği söylediğinin arkasında durduğunu” açıklaması da onu kurtaramadı.
Onu “kurtaracak” olan esas olarak bu davanın AB’ye üyelik müzakerelerine gölge düşürmesi olgusunun Türk hükümeti tarafından ortadan kaldırılması isteği olacaktır. AB bu konuda “düşünce özgürlüğü”nün gerçekleştiğini görmek istiyor ve Türkiye de Pamuk’un tanınmış bir yazar olmasını gözönüne alarak, bunu ispatlamaya çalışacak gibi görünüyor. Çünkü daha şimdiden, bu davanın Türkiye’nin resmini kötü gösterdiği için buna karşı çıkanlar seslerini yükseltiyorlar. Bunlar için de sorun, esas olarak Pamuk’un söylediğinin ne olduğu değil, Türkiye’nin dışarıya karşı görüntüsünün kurtarılmasıdır. Eh, görüntüyü kurtarsalar da, işin özü kalıyor. Pamuk olayı da Türkiye’de yaşanan iktidar dalaşının bir aracı olarak egemenler tarafından birbirine karşı kullanılmaya çalışılıyor.
Mahkeme öncesinde Pamuk BBC’ye yaptığı açıklamada, onu mahkemelik eden açıklamasına benzer bir görüş savunarak şunları söyledi:
“1915’te Osmanlı Ermenilerinin başına gelenler, Türk milletinden saklanan büyük bir olaydı, tabu idi. Ancak, geçmiş konusunda konuşabilmeliyiz. Hükümet, 301. maddeyi, onları eleştiren veya rahatsız edene çarpmak için muhafaza ediyor. Eğer bu kişi uluslararası alanda tanınmış değilse, onu cezalandıracaklar ve cezaevine koyacaklar.” (Hürriyet, 16 Aralık 2005)
Evet, Pamuk burada en azından üzerinde konuşulması gereken bir geçmiş olduğunu, Ermenilerin başına gelenler hakkında konuşmanın, tartışmanın tabu olduğunu tespit etmektedir. Bu tavır, onun burjuva demokratı olma tavrına uygun bir tavırdır.
Pamuk, suçlanan kişinin ceza alıp almamasının da esas olarak uluslararası düzeyde tanınınıp tanınmadığına bağlı ele alındığını söyleyerek de Türkiye’de anda hukukun nasıl işlediğini ortaya koyan doğru bir tespit yapmaktadır.
Pamuk’un takındığı tavrın değerlendirilmesinden bağımsız olarak, onu mahkemeye çıkaran tavrın, Ermeni ve Kürtlerin meselesine değinmesi olduğu açıktır. Türkiye yargısı da bu meselelere değinilmesini, tabii ki resmi ideolojiye ters düşen bir biçimde değinilmesini istememekte ve önlemini ceza vererek almaya çalışmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumları, yöneticileri böylesi bir yaklaşımı sergilerse, açık ırkçı, Türkçü şovenlerin, faşistlerin tavırlarının da bundan iyi olmayacağı açıktır.
Son yıllarda “Kızılelma Koalisyonu” biçiminde kendini gösteren MHP’li ülkücülerle İşçi Parti’lilerin birliği, özellikle Ermenilere, Kürtlere, Rumlara… yani Türklerden ayrı olan ulus ve milliyetlere karşı eylemlerde kendisini göstermektedir.
6-7 Eylül 1955 olaylarıyla ilgili sergiye saldırı, “Ermeni Konferansı” katılımcılarına karşı saldırılar gibi, Orhan Pamuk davasında da benzeri saldırılar yaşandı. Devletin kolluk güçleri ise, esas olarak istenen önlemleri almadı, saldırganlara gözyumdu.
“Önlemler alındı inebilirsiniz” dendikten sonra mahkeme salonunda çıkan Orhan Pamuk’a, bindiği minibüse saldırılar, canlı yayınla tüm dünyanın gözleri önünde yaşandı.
Bu saldırılardan önce de hem mahkeme salonuna girmeye çalışan Avrupalı temsilcilere, hem de Orhan Pamuk’u desteklemeye gelen Türkiyeli sanatçılara, yazarlara vd. karşı gösteri ve saldırılar yaşandı. “Türk misafirperverliği” bu sefer kendisini İngiliz milletvekili Mc Shavan’a dayak yedirerek gösteriyordu.
Mc Shavan: “Hayatımda hiç dayak yememiştim ve bunun Türkiye’de başıma geleceği hiç aklıma gelmezdi.” diye açıkladı bu “misafirperverliği…
Adalet Bakanı Çiçek ise sorumluyu keşfetmişti hemen: “Bunu bu hale basın getirdi. basının bu işte büyük sorumluluğu var” dedi.
Protesto eylemlerinde açık ırkçılık kendisini sadece Ermenilere karşı tavırda değil, Yahudi düşmanlığı temelinde de gösteriyordu. Daha önce “Ermeni Konferansı” bağlamında gündeme gelen olaylar bağlamında tavır takınıp konferansın ertelenmesini eleştiren gazetecilerle birlikte Orhan Pamuk’un da adı yazılan pankartta, “Misyoner Çocukları (O. Pamuk – H. Dink – H. Cemal – İ. Berkant – M. Belge -H. Şahin)” yazılıydı. Böylece “misyoner çocukları” küfür olarak kullanıldı. H. Şahin ise kendisinin “misyoner çocuğu” olmadığı savunmasına girdi: “Ben misyoner çocuğu değilim… Şerefli bir Türk subayı ile Atatürkçü bir Türk öğretmenin vatansever çocuğuyum” dedi zavallıca bir çabayla…
“Misyoner”liğe küfür edilmesinin perde arkasında ise, esas olarak “misyonerlerin” raporları ve yazdıklarının Ermenilerin kaderinin ne olduğunu ortaya koyması gerçeği vardı.
Adliye koridorlarında ise, Pamuk’u desteklemeye gelenlere “Yahudiler o tarafa, Türkler bu tarafa” biçiminde sloganlarla protestoda bulundular. Bu zihniyet, bizim atalarımıza 90 sene önce yaşatılanların bugün de sürdürülmesinden yana olan zihniyettir. İnkârcı, ırkçı, kafatasçı ziyniyettir bu zihniyet.
Tabunun artık yıkılmaya başladığı bir dönemde, bu zihniyet daha da saldırganlaşmaktadır. Evet, gerçekler kabul edilmese de, olduğu gibi ortaya konmasa da, artık Türkiye’de de Ermenilerin maruz kaldıkları gerçekler üzerine tartışmalar yürüyor ve bu tartışmalar er ya da geç gerçeğin adlandırılmasında da olumlu bir sonucu yaratacaktır.
Kafatasçıların, soykırımcı zihniyete sahip olanların çırpınışları da bu gerçeğin üzerini örtmeye yetmeyecektir. Orhan Pamuk’un “Bu topraklarda 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” tespiti, mahkeme salonlarında buluşmanın değil, halkın dilinde, “ya bu ne demiş ki, gerçekler daha acı, neden bu kadar yıl bu gerçekleri göremedik?” biçimine bürünecektir elbette. Geçmişte yaşadıklarımız da, bunun sonuçları da içimizi acıtmaya devam ediyor…
Türk yazar Orhan Pamuk’un biz Ermenilerin yaşadıklarına atıfta bulunması nedeniyle mahkemeye çıkarılması da içimizi acıtıyor. Bunun aslında Orhan Pamuk’a karşı değil, Ermenilere ve Kürtlere karşı açılan bir mahkeme olduğu herkesin bilincine çıkmadıkça da bu acı sürecektir.
Gerçeklerin özgürce konuşulabileceği ve değişik uluslardan, milliyetlerden halkların kardeşçe birlikte yaşayabileceği günlerin özlemiyle yaşıyoruz. O zaman biraz da olsa acılarımızın dineceğinin bilincindeyiz. Ama ondan önce değil!
ARAM DEMİRCİYAN, 23 Aralık 2005