Postyapısalcı düşüncede iktidar, direniş ve entelektüelin rolü
“Siyasal anlamda entelektüel; bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişidir.” – Foucault
Foucault’nun felsefesi direniş için yeni stratejiler geliştiren bir felsefe değildir. Fakat onun felsefesi tüketilmiş bir felsefe de değildir. Marks, Hegel’in burjuva iktidarı tarihin amacı ve durağı sayan felsefesinden diyalektik ve tarihsel materyalizmi inşa etmede yararlanmıştı. Foucault’nun karmaşık birbirini dışlayan, marksizmi reddeden çalışmalarından Hegel’de yakalanan ışığı bulmak mümkün müdür? Bunu bu çalışmada yanıtlayamayız. Ama en azından bu yazı, Foucault’un marksist partilere, sendika bürokrasisine eleştirisinden yararlanma umuduyla kaleme alınmıştır.
Foucault da Eleştirel Felsefeciler (Frankfurt Okulu) gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde iktidarın her yana yayılarak, direniş olanaklarını bastırdığını ve direnişe ilişkin değerleri tahrip ettiğini iddia etti. Herbert Marcuse, Horkheimer ve Adorno’nun hayal kırıklığının ardında beklenen devrimin gelmemesi vardı ve tartışmalarının merkezi teması da devrimi neyin-nelerin engellediği idi. “Olan” ile “olması gereken” arasındaki çelişki giderek keskinleşiyor, devrimin kaçınılmazlığı öngörülüyordu ama kaçınılmaz kader gerçekleşmiyordu.
Antonio Gramsci’nin hegemonya çözümlemesine, Lukacs’ın şeyleşme ve metalaşma üzerine yazdıklarına ilgi artmıştı ve burjuva iktidarın yapısına yönelik yeniden analizlere yönelim vardı. Lukacs, bireyin atomlaşmasını kapitalist üretimin doğal bir etkisi olarak görüyor ve proletaryanın tarihsel gücüyle bu şeyleşme durumunun aşacağını belirtiyordu. Marcuse, Horkheimer ve Adorno buna şüpheyle bakıyorlardı ve burjuva kültür endüstrisinin yabancılaşmayı her geçen gün derinleştirdiği, bu yüzden de giderek burjuvaziye karşı direnişin imkânsız hale geldiği düşüncesindeydiler.
Adorno ve Horkheimer Aydınlanmanın Diyalektiği’nde. “Bastırılmasına gerek kalmadan her direniş, kültür gösterisi içinde bir başka gösteriye dönüştürülerek boğulur; mülk edinilemeyen direniş kendi saçmalığının bir kanıtı olarak sadece sistem dışına atılır. Kültür endüstrisinin amacı haz sağlamaktır ve bu direniş düşüncesinin son kalıntısından kaçış olan bir hazzı sağlamaktır.” dediler.
Bu umutsuz analizler, Marksizmi çok farklı bir yöne çeker ve Lenin’in sınıf mücadelesinin stratejik analizinden, kapitalizmin kültürel eleştirisine ilgiyi yoğunlaştırır. Bu felsefeciler için direniş, yalnızca sanat yoluyla mümkündü ve sanat onlara göre kapitalizmin totaliter hakimiyetine rağmen sistemin nüfuz edemiyeceği alanlardan biriydi. İşçi sınıfının marksist perspektifi kavramada gösterdiği başarısızlık bir umutsuzluk ortamı yaratmıştı ve bu umutsuzuk ortamı içinde, mücadeleyi yürütecek, siyasal özne işçi sınıfının burjuvazi tarafından asimile edildiği ve bu asimilasyonun önüne geçmek için “ne yapmalı” ya yani, kültürel alanda “ne yapmalı”ya yönelindi. Bu, felsefe alanında “günün görevi” haline geldi ve iktidarın doğasını inceleme çalışmalarıyla çıkışsızlığa çıkış arandı ya da çıkışsızlığın doğası tasvir edildi..
Habermas, “Usun-aklın-düşünselliğin yapısı içinde asimilasyona karşı bir direniş olası mıdır?” sorusunu merkeze alan çalışmalar yürüttü. Direniş ona göre, kendini açıklama ve meşrulaştırma ihtiyacı duyuyordu, rasyonalleştirmeye ihtiyaç duyuyordu. Bu arayış, gelişkin kapitalist ülkelerdeki direnişi temellendirmeye yarayacak bir açıklamaya ulaşmayı amaçlıyordu. Burjuva kültürün dil pratiklerine sokmuş olduğu çarpıtmalarından arınmış bir kültür pratiği, bir “iletişim etiği” yaratma isteği idi. Bu çaba, öncelikle aklı, düşünselliği zincirlerinden kurtarmayı amaçlıyordu ve sonuçta dil pratiklerini çeşitli kategorilere ayırarak kuramsal söylem, pratik söylem, estetik eleştiri, sağaltıcı eleştiri, açıklayıcı söylem gibi kategori tanımlayıp bu alanlara ilişkin “ideal konuşma durumu” tanımları yaptı.
“Kapitalizm, kâr güdüsüyle tüm yaşam pratiklerini sömürgeleştirir, bağımsız eleştiri ve değerlendirme olanağını yok ederek, özgürleştirici siyasetin başlangıçtaki gereklerini baskı altında tutar ve sürekli bu duruma göre mevzilenmiştir” der. Habermas bu açıklamasıyla, çaba gösterilerek yerine getirilebilecek bir koşulu öne sürmüş, bir olanağa işaret etmiştir. Bu yanıyla da; devrimin ön koşulu olan bilinçlenmenin, koşullar tarafından yok edildiğini iddia edenlerden daha iyimser bir görüş geliştirmiş oldu. Fakat, sistem eleştirisinin yaygınlaşmasında, sınıf hareketinin gelişiminde Habermas’ın “iletişim etiği” temelli yaklaşımlarının pratik ve teorik devindirici bir işlev gördüğünü söylemek abartılı olur. Aslında Habermas, “ideal konuşma durumu” diye adlandırdığı yaklaşımı, kapitalist kültüre meydan okumada stratejik bir ön koşul olarak ileri sürmüştür ama bu kavramın tanımladığı somut bir hedef yoktur ve tanımın kendisi de kapitalist kültürün gölgesinden kurtulmuş değildir. Kapitalist kültürle iç içe yaşamanın sığınakları haline gelmiş, herkesin içine girebileceği, herkesin kendini tanımlarken kullanabileceği kavramlardan, bir dövüş mevzisi rolü beklenemezdi.
Habermas; Adorno, Horkheimer ve Marcuse’dan farklı olarak, direnişin doğrudan hedefi olarak kapitalizmi görmüştür ama çalışmalarını direnişin önkoşulu saydığı, iletişim üstünde yoğunlaştırmış ve iletişimi, önkoşulun stratejik hedefi olarak gördüğünden, direniş ikincil bir konuma düşmüş ve giderek nihai hedef düşüncesi ilgi alanı olmaktan çıkmıştır. Avrupa’da varoluşçu marksistler de, değişimin; kişinin tortulaşmış, kalıplaşmış pratiklerine saldırmasıyla başlayacağını söylüyorlardı ve tek tek özgürleşme pratiklerinin niteliklerinden değişim bekliyorlardı. Bu, kişiler ve ilişki çevreleri yoluyla, doğrudan kitlesel gücü kullanmadan sağlanacak değişimlerdi ve direniş öncelikle bireyin kendi zincirlerine yöneliyordu.
Aynı dönemdeki yapısalcı marksistler ise değişimi, toplumsal yapıya müdahale eden pratiklerin ürünü olarak görüyorlardı ve değişime girmek, devrimci bir pratik içine girmek anlamına geliyordu. Yapısalcılar, marksizmi değerlendirirken onu siyasal pratik için yol gösterici olup olmadığı bağlamında ve siyasi iktidarı tanımlamada bir ölçü olup olmadığı bakımından değerlendiriyorlardı. İşçi sınıfı eylemlerindeki azalma ve durgunluktan etkilenen bir çok felsefeci, “kapitalizmi yıkmak için arzu körelmesi yaşanıyor” diyerek ardından da bunun nedenlerini araştırmaya yöneliyordu. Yapısalcılar 1968 öğrenci ayaklanmalarından bir ölçüde etkilenseler de bu ülkelerdeki komünist partilerin gençlere karşı tutumuyla da bir kırılma yaşadılar ve ne işçi sınıfı ne de komünist partiler sistemi yıkmaya arzulu özneler olarak görünmedi ve bu her geçen gün daha vahim bir hal aldı. Yapısalcı marksistlerden Althusser, öğrenci eylemleriyle bütünleşmedi ve proletarya hareketi canlı olamadığından bir çekim yaratmadı. Althusser’de olduğu gibi yapısalcı felsefecilerde stratejik mücadele düşüncesi giderek yıkıma uğradı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde devlet, iktidar aygıtı üzerine ilgi artmıştı ve genellikle siyasi gücün öneminin artığına atıfta bulunuluyordu. Althusser de, “üstyapının varoluşunu ve doğasını neyin karakterize ettiğini yeniden üretim temelinde düşünmek mümkündür ve gereklidir” diyordu. Sistemi çökertmek için yüklenilmesi gereken “zayıf halka”nın altyapıdan çok, üst yapıda olması mümkündür diyordu. Marks’ın “Son tahlilde ekonomik belirlenim” ile “üst yapının olası özerkliği” tanımlarını alınıp yeniden sentezleyen Althusser; Lenin’nin ekonomi temelli “zayıf halka” saptamasının, siyasi temelli de olabileceğini ileri sürer.
İtalya’da Antonio Negri, komünist partilerin dışında yeni bir gücün toparlayıcısı ve hareketin teorik önderi oldu ve etkisi ülkesini aştı. “Kapitalizmin uzlaşmaz çelişkileri her geçen gün derinleşiyorsa, her geçen gün daha da yoksullaşmamız gerekmez miydi? Öyleyse artıdeğerin oluşum sürecini engelleyecek yeni yaşam yolları aramalıyız, çünkü artıdeğer sermaye ile birleşerek burjuvaziye her geçen gün güçlendirirken, işçi sınıfını da kendine bağlıyor” diyordu. Sistemi yukarıdan, doğrudan devlet aygıtına yönelerek değiştirmek yerine, tek tek kişilerin pratiklerinden başlayarak sisteme ulaşmayı düşünen aşağıdan devrimi öngörmektedir. 1950’li yıllarda Fransa’da “Ya Sosyalizm ya da Barbarlık / Socialisme ou Barbarie” adlı dergide (Jean- François Lyotard da bu grubun üyelerindendi) kuramcı Cornelius Castoriadis, bir yandan kapitalist ülkelerdeki sermaye birikimi ile iktidar ilişkilerini çözümlerken, bir yandan da Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin oluşumunu çözümlüyordu. “Sermaye yoğunlaşması, kapitalist ülkelerde iktidar yoğunlaşması yaratırken, sosyalist ülkelerde de kamusal anlamda sermaye yoğunlaşması yaratır ve proletaryanın bakış açısından her iki iktidar da reddedilmelidir” der ve burada; “mülk sahipleri ile ücretliler arasında çatışma sona erer ve onun yerine, üretim sürecindeki yöneticiler ve üretim sisteminde çalışanlar olarak ortaya çıkar.” tespitlerinde sömürünün siyasal yönüne dikkat çeker. Castoriadis, önceleri tek ülkede sosyalizmin zorluklarının Sovyetler Birliği’nde iktidar aygıtının aşırı güçlendirilmesine yol açtığını belirterek sosyalizmin sorunlarını tespit etmeye çalışırken, ileriki yıllarda gerçekliği bilmede ve mücadeleye yön vermede Marksizmi rehber almaktan tamamıyla vazgeçer ve Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin oluşumunu uygulamadaki hatalara değil, Marksizmin kendine bağlar.
Castoriadis, “Kapitalizme karşı mücadelenin devindirici gücü, işçi sınıfının ihtiyaçlarının kapitalizm tarafından radikal bir şekilde karşılanamaz der Marksizm. Oysa kapitalistler, işçi sınıfını sefalete sürüklemeden, kâr oranlarının düşmesini önleyebilmektedir” der ve Marksizmin tespit etmiş olduğu “devindirici güç” tespitinin günümüz kapitalizmi açısından geçersiz olduğunu ileri sürer. “Sovyetler Birliği’nde işçilerin sistem içinde iradesizleşmesi ve katılımı sınırlanırken, kapitalizm işçinin katılımına ihtiyaç duyar. Fakat kapitalizm, kâr beklentisi temelinde kişinin üretim süreci içindeki iradesizleştirilmesi yoluyla yabancılaşması derinleştirilir” der ve bunun için işçilerin işyerlerinde yönetime katılmak yoluyla yabancılaşmalarını sönümlendirme girişiminde bulunmayı önerir. O halde devrim, aşağıdan devrim olmalıdır. Tek tek kişilerin arzularında değişim yoluyla sistem dönüşüm yaşamalıdır. Bu arzu, sistemi büsbütün değişime uğratacak devleti devirmeye yönelmiş bir arzu değildir. Tek teklerin iradesi siyasi meşruiyet temeli sayıldığından ortak stratejik hedeflere dayalı direniş yerine taktik direnişleri olabilir görür.
Toplumsal yapı tanımlamasından haraketle, toplumsal yapının temel niteliklerine dayalı analizleri terkedip, tek tek olgulara odaklanarak çözümleme yapan postyapısalçılar, siyasal olayları da artık sistem- yapı analizinin ötesinde yalnızca bir olay olarak ele alıp bilmeye yönelirler. Bunlar tek tek olguları ele alıp, genel olarak; baskı, sömürü, mücadele, sınıf kavramlarını kullanmadan analiz yapma denemelerine girişirler ama, bu kavramlarla ilgili sürekli kendilerine soru gelir ve her durumda bu kavramları tanımlamaya mecbur kalırlar. Tek tek ilişkileri gerçeklik, hakikat diye ele aldıklarından tek teklerin birleşik direnişine ilişkin bir strateji tanımı yapmazlar. İlişkilerin çoğulluğu ve indirgenemezliğini kabul ettiklerinden, ortak mücadele değil, mücadele alanları tanımlarlar.
Gilles Deleuze ve Felix Guattari “Tüm erk ilişkileri için tek bir kurucu nedenin bulunduğu varsayılamayacağı gibi, tüm bu ilişkilerin birbirleriyle ilişkili olması için de hiç bir neden yoktur.” der ve böylece sınıfsal niteliklere bağlı olarak toplumun karşıt uzlaşmaz iki sınıftan oluştuğunu ve direnişin ezilen sınıftan, ezen sınıfa yönelik olabileceğini reddederler. Böylece mücadelenin yalnızca reformcu taktik amaçlarla olabileceğini belirtirler. Devrimin nitel, reformun ise nicel değişim olduğu fikrini de reddederek Deleuze ve Guattari, “devrimin nicel değişimlerin toplamı” olduğunu ileri sürer. “Devrimin doğrudan üretim ilişkileri sistemine yönelmesi, baskının üretim ilişkileri temelli kabul edilmesindendir. Oysa baskı, genel olarak çok sayıda erkin bileşkesidir ve bu bileşkenin unsurları tek tek radikal şekilde tasfiye edilmelidir” der.
İşçi sınıfı haraketindeki durgunluk ve Sovyetler Birliğindeki iktidar aygıtının bürokratikleşerek ayrışması ve çıkarlarının farklılaşması, Foucault’nun da, “iktidar” olgusu üzerine yoğunlaşmasında etkili oldu. Foucault “Devlet, kendi işlerliğini olanaklı kılan çok sayıda iktidar ilişkisinin kodlanmasından meydana gelir ve devrim de aynı ilişkilerin değişik türde bir kodlanmasıdır. İktidar ilişkilerinin yeniden kodlanabilme sayısı kadar devrim türünün olduğunu söyleyebiliriz. Bu da; devletin işleyişine temel oluşturan iktidar ilişkilerini içinde barından devrimlerin de olabileceğini ifade eder.” der.
Foucault’ya göre tüm toplumsal pratikler erk ilişkilerinin ürünüdür ve her pratik bir başka pratik üzerinde baskı uygulamaktadır. Bu yüzden de “her hangi bir siyasal pratik nasıl haklılaştırılabilir?” gibi bir sorgulama ile siyasal pratiği reddetmeye kadar varan fikirlere ulaşır. Her pratik bir erk ilişkisi içeriyorsa, erk her yandadır ve mücadele hep bir erkin diğerini baskılamasıdır ve bir erkin yerine bir başkasının geçmesidir. Bu gerçekten siyasal bir çıkışsızlık idi ve Foucault, kimi erk türünü “iyi-olumlu-gerekli” diye sınıflandırarak erk savaşına ve direnişe bir meşruiyet kapısı açabildi. Aksi halde “haklı taraf” diye bir tanımdan sözedilemeyecekti ve kendi siyasi pratiğini de reddetmiş olacaktı. Bir dönem Foucault’nun ifadelerinden tıpkı Lyotard’ın da savunduğu gibi, “etik yargının ortaya çıkabileceği durumların olmadığı” iddiasını çıkarmak mümkündü. Foucault’nun bu yaklaşımlarının ardında; kapitalizmin bireyleri asimilasyonu ile artık doğru- yanlış kriterlerini oluşturan değerlerin asimile edileceği, buna bağlı olarak sistemin doğru eleştirisini yapabilecek yargının da asimile olacağı ve değerler sisteminin sistem tarafından tahrip edileceğine dair Adorno’nun yaklaşımının etkisi olduğu söylenebilir. Foucault’nun, “Doğru eylemin ölçütleri nelerdir?”, “Olması gereken nedir?” soruları karşısında suskun kalmasını da değerler sisteminin asimile edilişi ve siyasette temsili reddetmesindendir. Her kişinin dolayımsız olarak kendinden söz ederek, evrenselleştirilemez temelde kendini temsil edebileceğini savunan Foucault, temsiliyetin meşru olmadığını savunurken, entelektüelin de evrensel iddialarla çıkıp, ortak sesi temsil etme de rolü olamayacağını söyler. Entelektüel, mücadeleye bilgisini sunan ve mücadelesini kendi uzmanlık alanı dolayısıyla siyasallaştıran kişi olarak tanımlanır. Halka öncülük etme arzusunda, direnişin kurucu unsuru olarak devreye giren aydın rolünü reddeder. Entelektüel üzerine analizlerini derinleştiren Foucault, direnişin öncüsü olmuş aydınlar için, “evrensel entelektüel” tanımını kullanır ve şöyle tanımlar.
“Ondokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında etkili olan “evrensel” entelektüelin esasen tamamen spesifik nitelikte bir tarihsel figürden türediğini varsaymamız pekala mümkündür. Bu, zenginliğin iktidarı, despotizmi, suistimali ve küstahlığına karşı adaletin evrenselliğini ve ideal bir yasanın eşitlikçiliğini savunan adalet adamı, hukuk adamı idi.
Günümüzde ise bilimsel ve teknik yapıların gelişmesiyle beraber, 1960’lardan beri “spesifik entelektüel” daha da önem kazandı. Simdi spesifik entelektüel, konjonktürel mücadeleler düzeyinde kalma ve belirli talepleri aşamama tehlikesiyle yüzyüzedir.” der. Foucault’nun itiraz ettiği sol entelektüelin rolüdür.
“Sol entelektüel uzunca bir dönem boyunca hakikat ile adaletin efendisi olma kapasitesini taşıyan kişi olarak konuşmuş ve böyle konuşma hakkına sahip olduğu kabul edilmiştir. Bu entelektüel evrenselin sözcüsü sıfatıyla dinlenmiş ve ya da dinlendiğini iddia etmiştir. Bir entelektüel olmak, bir ölçüde hepimizin bilinci/vicdanı gibi bir şey demekti. Nasıl proletarya kendi konumu gereği evrenselin dolayımsız, kendinin bilincinde olmayan taşıyıcısıysa; entelektüel de ahlaki, teorik ve siyasi seçimi yoluyla bu evrenselliğin bilinçli ve gelişkin biçiminin taşıyıcısı olmaya özenir. Böylece entelektüel; karanlık, kolektif biçimi proletaryada cisim bulan bir evrenselliğin berrak, bireysel biçiminin taşıyıcısı olarak görülür.
Yıllar var ki artık entelektüelden bu rolü üstlenmesi istenmiyor. Simdi “teori ile pratik arasındaki bağlantı” yeni bir biçim aldı. Entelektüeller, “evrensel”, “örnek alınacak”, “herkes için adil ve doğru” olanın kipliğinde değil; spesifik sektörlerde, kendi yaşam ve çalışma koşullarının onları konumlandırdığı noktalarda çalışmaya alıştılar. Kuşkusuz bu onlara, yürütülen mücadeleler hakkında çok daha doğrudan ve somut bir bilinç verdi. Tabii buna bağlı olarak da spesifik “evrensel olmayan” ve genellikle proletaryanın ya da kitlelerinkinden değişik sorunlarla da karşılaştılar.” der. Burada bir mücadelede tek tek ve önder rolüne kendini hazırlayan aydın yerine kitlesel güç içinde kendi alanında bir emekçi olarak mücadele eden aydın rolünü tanımlamış olmasıyla da yeni olanaklara işaret ettiği söylenebilir. Foucault bir çok defa, iktidar her yerde direnişin unsurlarını baskılar derken, başka bir yerde “baskının olduğu her yerde iktidara karşı direniş”in meşruiyetini anlatır.
Çalışmanın başında belirtilen, Foucault’ya Marks’ın Hegel’e baktığı gözle bakıp bakamayacağımız tartışmasının düğüm ifadesi budur.
“Sömürüye karşı savaşıldığı sırada proletarya yalnızca mücadeleyi sürdürmekle kalmaz, hedefleri, yöntemleri, mücadele yer ve araçlarını da belirler; proletarya ile ittifak yapmak onun davranışlarına ideolojisine katılmaktır, proletarya savaşının amaçlarını benimsemektir. Bu, kaynaşmaktır. Eğer iktidara karşı mücadele ediliyorsa, o zaman, iktidarın suistimaline maruz kalan herkes, iktidarı dayanılmaz kabul eden herkes, bulunduğu yerden ve kendi faaliyetlerinden yola çıkarak mücadeleye katılabilir. Herkes hedefini çok iyi bildiği ve yöntemini belirleyebileceği kendi mücadelesine katılarak devrimci süreçteki yerini alır. Elbette proletaryanın müttefiki olarak; çünkü iktidarın bu şekilde uygulanıyor olması kapitalist sömürüyü sürdürmek içindir. Özellikle kendisine nerede baskı uygulanıyorsa orada mücadele ederek proletarya devrimi davasına gerçekten hizmet eder herkes. Kadınlar, mahkumlar, kura erleri, hastanelerdeki hastalar, eşcinseller kendi üzerlerinde uygulanan iktidarın, zorlamanın denetlemenin özel biçimine karşı şimdi spesifik bir mücadeleye başladılar. Günümüzde bu tür mücadeleler devrimci mücadelenin parçasıdır, yeter ki radikal olsunlar, uzlaşmacı ya da reformist olmasınlar, yeterki en fazla bir el değişikliği ile aynı iktidarı düzenlemeye kalkmasınlar. Proletaryanın devrimci hareketinin kendisi de her yerde aynı iktidarı sürdüren bütün denetim ve zorlamalarla mücadele etmek zorunda olduğu ölçüde bu hareketler de proletaryanın devrimci hareketiyle ilişkilidir. … Burada sözünü ettiğimiz mücadelenin genelliğini oluşturan iktidar sisteminin kendisidir, iktidarın bütün işleme ve uygulanma biçimleridir.”
Diğer bir çok “iktidar” analizcisi, ilerleyen yıllarda “üçüncü yol”çizgisinde iktidarın işleyisi ile bilgisini sentezlerken, Foucault bize ihlal etmenin siyasi degerini bir kez daha sorgulatıyor.
EMİNE ŞAHİN