Yağmurlu bir kış gününde seninle bir liman kentinde karşılaştık. Lacivert denizde dans ediyordu suretin. Sürgün yemiş düşlerin bembeyazdı.
Islak saçların kardelen kokuyordu. Kaygıların, korkuların azalmıştı. Umutların artmış, ellerin hâlâ titriyordu. Gemimiz okyanuslara açılıyordu. Şimdiye dek hiç duymadığımız yanık ezginin akıntısına kapılmıştık. O kentte bu ezgilerden korkanlar vardı. Ayrıldığımız kent bozguna uğramış, atmosfer tütsü kokusuna gömülmüştü. Evler sağır ve dilsiz, sokaklar da kan kokuyordu…
Yürekleri kararmışlar haki renkli ve apoletliydi… Görmüyor ve bilmiyorlardı…
Aşksızlık çöküyordu kente. Sallanan gemi yüreklerimizi sarsıp bize acılarımızı ve hüzünlerimizi anımsatırken ellerimiz kenetleniyordu.
O an suçluluk duygusuyla bakışlarımız bir noktaya dikiliyor, susuyorduk…
Bu denizi geçmeliydik… Sürgün de başka bir ölümdü, dönmeliydik…
Kandan bir suç denizi yaratıldı. Bu denizi geçmeliydik…
Sürgün hüzündür… ölüm olurdu. Dönmeliydik…
Fırtınalardan kurtaracak çok şeyimiz vardı… Meteorlar bilincimize çarpıyor, dalgalar yaralı yüreğimizi acıtıyordu…
Yakamozlu gözlerinde yasaklı ülkenin acıları, kaynağımıza dönüp fırtınalardan kurtaracak çok şeyimiz vardı.
Tarihi bilinmez antik bir değere benziyordu yüzün.
İpek gibi yumuşak sesinde, dili yasak halkının gerçeğe dönüşen destanı vardı. Sana kibirsiz bakıyor seni kibirsiz dinliyordum.
Hiçbir korku kalmamıştı sömürge gecelerden.
Sular durulmuş yolculuklar bitmişti.O kentte acılarını yüreğine gömen kadınlar vardı. O kadınlar ki gülünce menekşeler açardı…
Bizi çoğaltan da o kadınlardı…
Mem û Zin aşkına ertelenmiş ne de çok tutkularımız vardı. O tutkularımız ki saçların gibi kardelen kokardı.
Sin intihar eden kadınlara ağlıyordu. Şamaş yeniden bir destan yazıyordu, gözleri görmeyenler de okusun diye.
Bilim adına, tarih adına en büyük ihanetler yapılıyordu.
İhanete uğrayan tanrıçalar dağlarda uzun yolculuklara çıkıyordu…
Birileri bir ulusun altından kalkamayacağı suçları işletirken başka bir ulustan yaşayan ölüler olmaları isteniyordu.
Direnenlere ağır zindan cezaları veriliyor…
Simdi oturmuş kitap okuyor ya da geziniyorsun.
Beyaz deniz kıyısında mısın? Gördüğün işkenceleri mi anımsadın?
Poyraz saçlarını mı dağıtıyor, yeni bir öykü mü tasarlıyorsun?
Ehmede Xani hangi kederden öldü? Nietzsche neden ağladı? Stefan Zweing neden intahar etti? Söyler misin Mem û Zin nerde?
Mevlana neden yemin ederdi aşka? Pir Sultan Abdal’a nasıl kıyıldı?
Söyle! Mağrur dağları; o destan gibi ülkeye zaman neden hiç uğramadı?
Binlerce yıldır neden ihanet ediyor zaman? Zamansız mı yaşanıyor?
Ertelenen stranlarımızdan vazgeçmeyeceğiz ve biz hep sevdamızla büyüyeceğiz.
Analar geçmiş ile gelecek arasında sarsılmaz köprüler kurdu; insanlık üstünden geçsin diye… Elbette bir gün günbatımı izlenecek o yanan kentten… Ve güneşli sabahlarda uyanıp kendi destanımızı ve yeni bir tarihi yazacağız.
Ve biz kendi toprağımızda onurluca yaşayacağız ve rahatça öleceğiz.. .
AYDIN DERE
dere@bluewin.ch