Devletin yasakçılığı anlaşılırdır…
Bazen solun, devrimcilerin uyguladığı yasakçılığa ne demeli?
Sömürü sisteminin koruyucu aygıtı olan devletlerin demokrasi, özgürlük gibi tumturaklı lafların ardından demokrasi ve özgürlük isteyen, örgütlenen muhalif kesimlere nasıl saldırdığını biliyor ve yaşıyoruz. Sol veya devrimci basın yasaklanıyor, toplatılıyor, para ve hapis cezalarına boğulmaya çalışılıyor. Zaman zaman çalışanları gözaltına alınıyor, tartaklanıyor, işkenceye alınıyor, öldürülüyor… Herşeye rağmen görüşlerinde direnen ve mücadeleyi seçenler pes etmiyor ve etmeyecekler.
Demokrasi ve özgürlük deyip buna uygun davranmayan burjuvazinin neden öyle yaptığını açıklamak zor değil. Fakat ezilen saflarda yer alan sol ve sosyalist kesimin demokrasi ve özgürlük istemine uygun davranmamasını anlamak zordur. Yer yer devletin dahi engellemediği, yasaklayamadığı durumlarda solculuk ve devrimcilik adına yasakçılığın gündeme gelmesi üzücü ve kötü.
Yasakçılığın gerekçeleri anlaşılır, kabullenebilir gerekçelere dayandırılıp kibarca anlatılsa neyse! Kendini beğenmişlik, dar gurupçu ve hotzot tavırlarla dost olan kesimlere ambargo koymanın derin temelleri var:
— İdeolojik olarak sağlam olmamanın, kendisine güvenmemenin bir yansıması,
— Doğrunun tek ve mutlak olmadığını kavramamak, başka görüşlerin olduğunu ve olacağını, bunlar üzerine ancak sağlam bir ideolojik mücadeleyle tartışılabileceğini ve yasaklamanın çözüm olmadığını kavramamak,
— Tabanının etkilenme kaygısıyla kendisini soyutlamaya çalışmak,
— Dost ve müttefik olana güçlü olduğu yerde dar grupçu yaklaşmak ve düşman muamelesine tabi tutarak yasakçılık,
— Kendisini güçlü gördüğü yerde başkalarına yaşam hakkı tanımayarak “tek”çi despotçuluk (zayıf olduğu dönemde mülayim oportünist faydacılık),
— Burjuvaziye karşı demokrasi ve özgürlük isteme konusunda haklı, elinde olduğunda da demokrasi ve özgürlüğün ne için savunulduğunu unutan(!) küçükburjuva tutarsızlığı…
Yasakçı yaklaşımların özünü böyle özetleyebiliriz. Yasakçıların her zaman hiç de doğru olmayan bir çok gerekçe uydurduklarını, yasakçılıklarına kılıf bulmaya çalıştıklarını anlamak zor değil. Bir gerekçe bulunur istenirse! Hatta öyle ki, burjuvazinin yasaklayamadığı yerde demokrasi ve özgürlük isteminini unutarak ondan daha yasakçı da davranılabiliyor. Bu durumda devlet engeli aşmak yetmiyor, dost bildiklerinizin bir bölümünün de engelini aşmak zorunda kalabiliyorsunuz. Devletin fiili şiddet saldırısına karşı koyarken, dost bildiklerinizin bir bölümünün de fiili saldırılarını hesaba katmak zorunda kalabiliyorsunuz.
“Devletine, toplumsal linç mantığına bak; solcusunu/devrimcisini al!” demek istemiyoruz, olmasa eğer! Din, “tartışmasız doğru”lara sahip olduğunu hak görür kendinde ve yabancı şeyleri katî olarak yasaklar ve cezalandırır. İnsanlar böyle eğitilmeye çalışılır. Ailede aile reisi vardır, ailede neyin doğru/yanlış olduğunu en iyi o bilir ve son tahlilde o karar verir neyin yasak olup olmadığına. Çocuklar ve kadınlar böyle eğitilir. Devlet denen bürokratik aygıt kanun koyar ve mutlak itaat bekler. Kanun mutlak olarak doğru ilan edilir ve uygulayıcılarına da boyun eğmek, karşısında ceket iliklemek gerekir. “Tanrıdan sonra devlet”in büyüklüğü ve dokunulmaz kutsallığı kitlelerin bilincine kazınır. Din, devlet ve aile kutsal sayıldığından, yasakları tartışma götürmez ilan edilir ve hatta yasaklar doğru diye kabul edilir.
“Siyasi abi”ler de karar verdiler mi, tartışmak istemezler ve dediler mi, oldu-bitti görmek isterler. Laflarının üzerine laf edilmez! Bir de güç varsa, güç gösterilir tabi. Bütün bunlar genellikle “baba”dır ve baba erkektir. Baba ve erkek gibi tavırlar takınılıp kimin kim olduğu gösterilmeye çalışılır.
İşte biz zihniyet olarak böyle bir toplumun bireyleriyiz. Bu toplumun bireyleri olarak buna karşı değilsek, önemlisi gerçekten ve bilimsel sosyalistçe karşı değilsek, öyle ya da böyle onun bir parçası oluveriyoruz. Ondan tam olarak kopamıyor ve ondan etkileniyoruz. Halk demokrasisi, sosyalist demokrasi istenir; ancak ona uygun davranılmaz. Hatta burjuva-demokrat olmaktan bile geri kalınır.
Kendisini sol/sosyalist olarak tanımlayan bazı kesimler, ezilen sınıf ve katmanlara karşı faşist/faşizan/terör içeren ideoloji ve uygulamalara haklı olarak karşı koyarken, kendisi kendisinden olan “dost ve müttfik”e karşı uyguladığını devrimci şiddet, devrimci yaptırım biçiminde meşrulaştırarak kılıf bulmaya çalışır. Burjuvazinin ezilenlere uyguladığı terör ise, faşist baskı vb. ise (ki, bu doğrudur); solculuk/sosyalistlik/devrimcilik adına kendisi gibi ezilen ve solcu/sosyalist/devrimci iddiasında olan kimseye uyguladığına bir şey demek lazımdır. Bunun bir adının olması gerekir. Bunun adı; sosyalistlik/devrimcilik değil, sosyalistlik/devrimcilik adına faşizan tutumlardır. Sosyalizm adına objektif olarak dost, müttefik olan, kendisi gibi ezilen olan kimseye veya kesime uygulanan şiddetin veya yasakçılığın adı (bilinçsiz de yapılsa); marksist-leninist literatürde bunun adı sosyal-faşist uygulamadır. Yani lafta sosyalist, uygulamada faşizan yaklaşımın adıdır.
Sol ve devrimci çevrelerden arkadaşlar bulundukları yapılarda bu yanlış anlayışların parçası olmak istemiyorlarsa, ona karşı mücadele etmek zorundadırlar. Yeni bir insan, sosyalist bir insan olmanın bir gereği de budur.
ÖRNEK: GÜNEY DERGİSİNE KARŞI YASAKÇILIK…
Güney’e uygulanmaya çalışılan yasakçılığın ilk Güney’e uygulanan bir şey olmadığını vurgulamak istiyoruz. Ancak biz biliyoruz ki, Türkiye devrimci/sosyalist hareketi 70’li yıllardan günümüze sıklıkla bu sorunu yaşadı ve yaşıyor. Belki de Güney en az yasakçılıktan nasibini alan bir dergi olmak durumundadır. Her kesimden okurumuzun ve sevenimizin olması bizi biraz daha farklı yapmaktadır. Bize karşı genelde daha ılımlı yaklaşılmaktadır. Fakat az da olsa Güney de bu olumsuzlukları yaşadı son yıllarda ve son aylarda.
Türkiye’de bazı yürüyüşlerde Güney şatışını yapan arkadaşlar engellenmeye çalışıldı. İtildi, kakıldı.
Bazı gecelerde yayın masası açması engellendi. Elden Güney satışı yasaklandı vb.
Sadece bu mu? Hayır! Güney dergisinin gecelerin yapıldığı salonların önündeki sokakta satışı da engelenmeye çalışıldı.
Bir örnek:
Güney dergisi ve Güney 2004 takvimleri bu yıl yaygın olarak elden satışa çıkarıldı. Ciwan Haco’nun ve Ali Asker’in İstanbul konserlerinde, dışarıda ve salon içinde kimi engelleme girişimlerine karşın yine de dağıtımı ve satışı yapıldı. Tiyatro ve sinema önlerinde ve içlerinde de yapıldı ve engellemeler aşıldı. En son Frida adlı oyunun sergilendiği salonun içinde ve salonun önünde satış yapıldı ve engelle karşılaşmadı.
Aralık 2003 de ve 29 Şubat 2004’te iki ayrı dost bildiğimiz kurum ve kesim bize yasak uygulamaya çalıştı. Satış ve dağıtımı engellemeye çalıştı.
Aralık’taki ilk engelleme bir dayanışma gecesinde oldu. Munzur’la Dayanışma Derneği’nin düzenlediği yemekli gecede Güney takvimlerini sergilemek için masa açmamız ve elden satmamız yasaklandı. Geceyi düzenleyenler kendileri masa açmışlardı ve derneklerinin çıkarmış olduğu takvimleri ve dergileri satıyorlardı ancak Dernek Yönetim Kurulu kendileri dışında kimseye masa açtırmama kararı almış. Kendine göre makul gerekçesi olabilir.
Biz her gecede ve masa açtırılması gerektiğini savunmuyor ve düşünmüyoruz ancak kimseye engel olunmadığı halde kararın mutlak olarak kavranıp Yılmaz Güney’in film afişlerinden ve sözlerinden ibaret Güney 2004 takvimini sergilemeyi kapsaması gerekmiyordu.
Ama kapsadı. Masa açmak “yasak”tı! Gerekçe; Yönetim Kurulu Kararı! Yönetim Kurulu orada ve Güney takvimi ortada, Yönetim Kurulu kararı bir türlü değiştirmeye yanaşmıyor! Yasağın yanlış olduğunu, andaki somutta takvimlerin sergilenmesinin bir sakıncasının olmadığının söylenmesi ikna etmeye yetmiyor. Karar medeni ölçüde sayılabilecek üslupla da yapılmıyor. “Yasak”, “karar alındı”, “toplayın”! Kararın “kesin”liği sertleşiyor ve ısrarlı tutum takınan Güney’den arkadaşlar sonunda takvimleri toplayıp salonu terk ettiler. Haklı olarak dayanışma talep eden bir kurumun takvim sergilenmesi dayanışmasını göstermemesini anlamak zor.
Bu arkadaşlara yazılı bir açıklama gönderdik ve tavır takınmalarını bekledik. Ancak bu güne kadar bir cevap gelmedi. Bilgi olması açısından bu yazımızı da yanda yayınlıyoruz.
- ••
29 Şubat’ta İstanbul-Bağcılar Olimpik Spor Salonu’nda Yüz Çiçek Kültür Merkezi’nce düzenlenen konserde, konser salonunun dışında/sokakta içeri girmek isteyen dışarıdaki izleyicilere Güney takvimi ve son Güney in son sayısı satılmaya çalışıldı. Görevli arkadaşlar hışımla gelip yasak olduğunu söylediler! “Neden, nasıl, niçin, ne zararı var?” sorularını sormak neredeyse kabahat. Karar alınmış ve yasak. Hem kendileri satmıyorken biz neden satabiliyormuşuz?!
Arkadaşlarımız kararın yanlış olduğunu, zaten salon içinde satış yapmadıklarını, sokakta sattıklarını ve oranın da salona ait bir yer olmadığını, kendilerinin sokakta yasakçılık yapmaması gerektiğini, devletin engellemediğini kendilerinin yaptığını hatırlatması yanlış kararın düzeltilmesine yetmiyor. Yasağın üslubu yine hoş değil. Yasak ne kadar sert bir dille ifade edilir ve yasağı tebliğ eden kişi de ne kadar otoriter davrandığını gösterirse yasak(!) o kadar kabul görür ve muhatap o ölçüde siner mantığıyla hareket edilmeliydi. Öyle yapıldı, ama yanlış! Yetmiyor, yanlış görülmüyor ve Grup Munzur’dan olduğunu beyan eden bir arkadaşla yeniden arkadaşlarımızın yanına gelinip, bir de ben Grup Munzur’danım, karar alındı, dağıtmanız yasak deniyor. İçerde müzik yapma görevi olan sanatçı dostlarımız, bizim gibi sanat-edebiyat dergisine dışarda yasak koymak için gelmekte bir sakınca görmüyor. Yine yasağın yanlışlığı anlatılıyor ve orada sucuların su sattığı ve kokoreççilerin kokoreçlerini sattığı sokakta Güney takviminin ve dergisinin satılmasına müdahale haklarının olmadığı belirtiliyor. Bu yasakçı tutuma şahit olan bazı geceyi izlemeye gelen arkadaşlar bizi destekliyor ve yasağa karşı direnmemizi Yılmaz Güney’e yaraşır bir tavır olarak değerlendiriyorlar.
“Yasak!” diye karar alanlar ve kararı tebliğ edenler bunu hangi mantıkla açıklayabilirler?!
Mao’nun “Yüz çiçek açsın, bin fikir türesin” doğru sözünü tekrarlayıp, bir fikre bile izin vermeyip sokakta bile yasaklamaya çalışmayı nasıl açıklayabilirler? İçlerinde bu sözü uygulamama çelişkisini tanıyoruz ama hiç olmadı dışta farklı olunduğunun gösterilmesi çok mu yanlış olur?
“Devrimci Demokrasi” ile yasakçılık nasıl bağdaşır? Devrimcilik bunun neresinde, demokrasi bunun neresinde diye sormazlar mı? Demokrasi denen şey nerede ve ne zaman uygulanır, merak ediyoruz…
- ••
Bu yazımızı okuyan ve devrimci/sosyalist mücadelede görece olarak yeni olan kimi okurlarımız bu durumu biraz hayret ve şaşkınlıkla karşılayacaklardır. “Bunlar hâlâ oluyor mu?” diye soracaklardır. “Biz maalesef evet, hâlâ oluyor” demek zorunda kalıyoruz. Bunu değiştirmek elimizdedir. Değişmeli ve değişecektir de. Bu, ancak bu gibi yanlışlara karşı mücadele edildikçe, bu yanlış yaklaşımlar sorgulandıkça mümkün hale gelecektir.
Bu bir kültür sorunudur aynı zamanda. Mücadele edilmesi gereken bu kültür proleter sosyalist kültür değildir, olamaz. Bunun devrimciliği-gericiliği tartışma götürür. Bu kültür, demokrasi adına demokrasinin iç edilmesidir. Bu sadece bugünün sorunu değil, aynı zamanda geleceğin sorunudur. Bugün demokrat olmayanların, yarın iktidardaki halini düşünmek yeter…
Bu yanlışlar sol içi yanlışlardır. Biz yapmasak da, bizi bir şekilde ilgilendiren ve son tahlilde bizi de bağlayan yanlışlardır. Gelin hep birlikte bu yanlışları ortadan kaldıralım… ◊