Xane*, yıllar yılı yaşadığı topraklardan sürülüyordu: Atalarının yaşadığı topraklardan, dünyaya geldiği topraklardan, çocukluğunun geçtiği dağlardan-ovalardan, kadınlığının ilk belirtisi kanlı bez parçasını yıkadığı ve çıplak bedenini her genç kız gibi teslim ettiği dost bellediği bakire Dicle nehrinden, sevdalısıyla ilk öpüştüğü kaya dibinden, kırk gün kırk gece süren düğününün yapıldığı köy meydanından, ilk defa döl tuttuğu evinden, su almaya gittiği zaman yolda başlayan doğum sancısıyla girdiği ve bebeğini doğurduğu gelin mağarasından…
Xane, sürgünlere maruz kalan bir halkın kızı… Ataları gözlerinin önünde katledildi. Çocukları ellerinde misketler varken vuruldu. Köyü, evi, eşyaları, tarlaları gözlerinin önünde yakıldı. Halkı katliamlara ve cinayetlere kurban gitti. Yeni döl tutmuş kadınların dölü büyümeden karınları oyuldu.
Xane, ne yapsın? Ağlasın mı? Üzülsün mü? Yas mı tutsun? Ağıt mı yaksın? İntikam peşine mi düşsün? İsyan mı etsin? Zalim mi olsun? Xane, ne yapsın?
Suç kimindi? Xane’nin mi? Atalarının mı? Yoksa onları yok etmeye yeminli insanlar mı? Kim suçlu? Yoksa insanlar değil de tanrıların mıydı suç? Binlerce yıl bu topraklarda hüküm süren tanrılar mı? Din denen kavramda mıydı? Bayrak, dil, devlet ve vatan hangisi suçluydu?
Din adamları, askerler ve güzel giyitli beyler-bayanlar her yerde bağırıyorlardı. Cennet kapılarının anahtarları Xane’nin soyunda, onun evinde, onun köyünde, onun eşyalarında, hayatın belirtisi kanındaydı. Yaktılar, yıktılar, vurdular cennet kapısının anahtarını almaya yeminliler…
Xane, kaçtı, kalabalıktan, sürgün yedi yüreği, çıktı kalabalığın içinden, dağların, ovaların doruklarına yürüdü. Dicle’sinden, dostundan ayırdılar. Durmadan yürüdü. Xane’nin bebeği kucağında; umudun adı, güzelliğin simgesi, güzel günlerin habercisi bebeği, saf, temiz ve hayat dolu ama bebeği ağlıyordu…
Bebeği isyan edercesine ağlıyordu. Her şeyden haberi varmış gibi, atalarına ağlıyordu, ölen kardeşlerine ve diğer anaların bebeklerine, umut kayboluyordu. Bebek dünyaya geldiğine pişmandı. Oysa melekler dünyayı böyle anlatmamıştı. Yeşilden, kırmızıdan, maviden, sarıdan, beyazdan bahsetmişlerdi. Kuşlardan, özgürlüğün simgesi kuşlardan, barışın simgesi beyaz güvercinlerden, denizlerden, ırmaklardan, boz kırlar üzerinde koşan seklavi atından hani nerde bu güzellikler, nereye kayboldular, melekler yalan söylemişlerdi.
Xane, yürüdükçe zaman ilerliyordu. Gitmeliydi uzaklara zaman geçmeli bir an önce bitmeli acılar. Xane, dağlara doğru koştu; koştukça zaman daha hızlı ilerliyordu. Acılardan uzaklaşıyordu. Birden durdu. Zaman, ileriye doğru gittikçe hızla akıp gidiyordu. Acılardan kurtuluyordu. Öyleyse geriye gitmeli, zamanı geriye almalı, güzel günlere götürmeli zamanı. Sabah kahvaltısında taze ekmek kokusuna, demli kaçak bir çay sohbetine, sevdalısıyla ilk seviştiği geceye, Dicle’ye bedenini emanet ettiği günlere, gökyüzünde kuşların ve uçurtmaların uçtuğu huzur dolu günlere…
Xane, geriye koşmaya başladı. Dünyanın en hızlı koşan insanından daha hızlı koştu. Bedenini aslana teslim etmek istemeyen bir ceylan gibi hızlı koşuyordu. Koştukça zaman geriye akıyordu. Yaşadıkları gözünün önüne geliyordu. Din, bayrak, vatan ve para için kurşuna dizilen insanlar, yakılan köyler, ırzına geçilen kadınlar her şeyi tek tek yeniden yaşıyordu.
Dayanılması zor anlar yaşıyordu. Xane, durmamalıydı, koşmalıydı, zamanı geri çevirmeliydi. Xane, aniden durdu. Xane, derin derin nefes alıyordu. Kalbi hızlı hızlı atıyordu. Bir adım öteye baktı, kollarını iki yana açtı. Uçurumdan aşağıya doğru son bir kez haykırmak istedi. Öfkesini, acılarını, hüzünlerini, isyanını, feryadını kusmak istedi. Kendisini uçurum dibinde bekleyen en sadık dostu Dicle’ye bırakmak istedi. Dicle, onu çağırıyordu. Dicle’nin sesi huzur veriyordu.
Xane, gözlerini kapattı. Karanlık ve aydınlık, Xane’nin gözlerinin ucunda savaşıyordu. Açtı kollarını, eski bir dostu kucaklamaya hazırdı. Sol ayağını boşluğa doğru uzattı. Kulaklarında sadece Dicle’nin sesi vardı. Koşmadan önce kuşağıyla sırtına bağladığı bebeğini duymuyordu. Açlıktan, soğuktan, yalnızlıktan, karanlıktan, yağmurdan, aç kurtların ürkütücü sesinden ağlayan bebeğini duymuyordu.
Xane, bir kuş sesi duydu. Uçurumdan çıkıp gelen kuş, kanatları ıslak kuşun, kızıl renkli bir kuş, kuşun sesi dağları aşıp geliyordu. Xane, kuşa baktı. Ayağını boşluğa biraz daha yaklaştırdı. Dicle’nin sesi iyice gürleşti, kayaları yıkıp geçiyordu. Dicle dağları sarstı. Kuş, Xane’nin etrafında daha hızlı uçuyordu; kızıl renkli kuş, Dicle’nin koynundan çıkıp gelen kuş, kanatları ıslak kuş her kanat çırpışı rüzgâr Dicle’den bir haykırıştı.
Xane, ayağını boşluktan geri çekti. Dağın yıkılacağından, mavi renkli göğün yırtılacağından, Dicle’nin dünyaya yapacaklarından korktu. Oysa Dicle, bir kardeş, bir arkadaş, bir bacı, bir kadın gibi sevecen ve bir anne gibi şefkatli yıllarca bu topraklara su, ekmek, kavun, karpuz, mercimek, nohut vermiş. Can vermiş, hayat vermiş… İstemez Xane’nin göçmesini bu dünyadan…
Xane, yere oturdu. Ağlamaktan yüzü morarmış bebeğine sarıldı. Ay yüzlü bebeğinin gözlerini, yanaklarını, alnını, ellerini öptü. Gömleğinin üst düğmelerini açtı. Sağ eliyle memesini tuttu, bebeğinin ağzına dayadı. Bebeği sustu, sarıldı annesinin memelerine, hayat dolu göğüslerine, bolluğun, bereketin simgesi göğüslerine.
Sağ kalanlar Ağrı’yı aşıp gittiler bu topraklardan. Xane, aşamazdı dağları, bebeği vardı. Soğuktan, aç kurtlardan ve en önemlisi insanlardan bebeğini korumalıydı.
Dicle’yi takip edip gitmeliydi. Dicle’ye yoldaş olurdu. Fırat’ına kavuşana kadar yaren olurdu. Türküler söyler Dicle’ye ve Dicle, Xane’ye aş verir, hayat verir, ekmek verir, su verir, besin verir… Xane, yer doyurur karnını, bebeğine süt verir, hayat verir…
Xane, usulca dağın yamaçlarına doğru yol aldı. Yavaş yavaş Dicle kenarına indi. Her yer yeşildi, gök maviydi, güneş parlıyordu. Dicle, etrafını saran ağaçlardan yeşil bir elbise giymiş… Xane, Dicle’ye yanaştı. Yanı başında oturdu. Bebeğine baktı, sol memesine elini attı, sarıldı bebeği, annesinin yanık tenli memelerine, uçları kahve renkli memelere… Xane’nin gözleri, bebeğinin zeytin gözlerinde, kulakları Dicle üstünde uçan kuş seslerinde, bedeni yorgun, dudakları kurumuş. Bir türküyle dudaklarını ıslattı.
Xane, Dicle’ye doğru yürüdü, bebeğini su kenarına koydu. Bebek ağlamaya başladı. Annesinin memelerine sarılmak istiyordu; süt istiyordu. Xane, Dicle’yi öpmeliydi, dudaklarındaki kuruluğu bitirmeliydi. Xane, eğildi, dudaklarını yanaştırdı. Kana kana Dicle’yi içti. Dicle, mutluydu; Xane, mutluydu.
***
Üç adam, ellerinde silahlar yürüyorlardı. Yüzlerinde yorgun bir ifade, avdan dönmüşlerdi. Elleri boş dönmüşlerdi. Evlerine yiyecek götüremeyeceklerdi. Düşünceli ve yavaş yürüyorlardı. Üçünün de başları yere bakıyordu. En arkada olan başını göğe kaldırdı. Hava parlıyordu. Koşarak en öne geçti; diğerlerinin kolundan tutup Dicle’ye doğru koştu. Dicle’nin narin bedenine sorgusuz sualsiz atıldılar. Dicle, avcılara da kucak açtı. Bedeniyle sardı onları, vücutlarını temizledi, döl izi kalmış donlarını yıkadı…
Üç adam sudan çıkıp yeşile uzandı. Temiz bedenleriyle gökyüzünü seyrettiler. Yola koyuldular. Silahları ellerinde yürüyorlardı. En önde olanı başını kaldırmış son bir umut ile etrafına bakıyordu. Vurabileceği bir kuş arıyordu. Umudunu yitirmişti.
Adamlardan biri uzakta su kenarında bir şey gördü. Koştu. Pusuya yattı. İleri baktı. Xane’yi gördü. Durdu. Yüzünü ekşitti. Telaşla o da kadına baktı ve diğeri aynı şekilde pusuya yattı. Kadına baktı.
Adamlar kadını tanımadılar. Dikkatlice baktılar. Bir daha bir daha baktılar. Xane’yi tanıdılar: köyün hanımı, güzelliği destan Xane’yi, sesi bülbül Xane’yi… Adamlardan biri nişan aldı. Diğeri durdurdu. Fısıldamaya başladılar. Tartıştılar, çıldırmış gözlerle baktılar birbirlerine. Din adamlarının söyledikleri, askeri üniformalı adamların sözleri kulaklarında dolaştı. Cennet ve para Xane’nin kanında, Xane’nin atalarında ve onun soyundaydı. Adamlar nişan aldılar. Göz ve gezi arpacığa döllendirdiler…
***
Xane, Dicle’yi son bir kez kana kana içti. Su içerken bir yılan yanında durdu. Ayrılmadı. Git gidiyordu. Xane, gitmedi. Başını kaldırdı. Yılana doğru yanaştı. Yılan Xane’yi itti. Git diyordu. Xane, elini uzattı. Yılan kımıldamadı. Dile geliyordu. Konuşup bir şeyler diyecekti. Git diyecekti…
Bir ses yankılandı. Dağlar ürktü sesten, kuşlar kanat çırpmaz oldu, balıklar yüzmez oldu, atlar koşmaz oldu, dağ keçileri yükseklere çıkamaz oldu, bülbüller ötmez oldu, şahin bakmaz oldu, tavşanlar yuvalarından çıkmaz oldu, tavuklar yumurta vermez oldu, horozlar ötmez oldu, güneş ışımaz oldu… Botan, Dicle’ye akmaz oldu…
Xane, karnını tuttu. Bir sıcaklık hissetti. Sonra bir ses daha, sonra bir daha… Xane, yılanın üstüne düştü. Kanı Dicle’ye aktı. Dicle, hüzün doluydu. Ağlıyordu. Daha bir hızlı aktı, kayalara sert çarptı…
Adamlar koştu. Sevinç içindeydiler. Xane’nin üzerini kontrol ettiler. Ne para ne de cennetin anahtarı vardı. “Tüh” dediler. Xane’nin göğüs bölgesinde altın kesesi aradılar, bulamadılar. Gene “Tüh” dediler.
Bir ses duydular. Sesin yönüne baktılar. Xane’nin bebeği, tutup Dicle’ye attılar. Dicle, Xane’nin emanetini kucakladı. Bebek ağlıyordu. Annesini istiyordu. Bebek, Dicle üstünde emekledi. Annesinin açıkta olan memesine sarıldı. Adamlar şaşırdı. Sonra bir daha attılar Dicle’ye bebeği. Sonra bir daha bir daha… Dicle her defasında bebeği kucakladı. Bebek annesine emekledi. Adamlar şaştılar bu işe, sonra zalimce bebeği tutup bir kayaya fırlattılar. Bebeğin kafası sivri uçlu kayaya çarptı. Bebek oracıkta can verdi…
Metin Yoksu
* Kürtçe’de bir isim (Hane diye okunur)