Önce bir fıkra ile başlayalım…
Fıkra bu ya; Napolyon tekrar dünyaya gel miş, Beyaz Saray’a gitmiş, Başkan Obama ile yemek yerken demiş ki, “Eğer benim elimde sizin sahip oldu- ğunuz silahlar olsaydı, ben Waterloo savaşını kesinlikle kaybetmezdim!”
Daha sonra Rusya ziyaretine gitmiş, Kremlin Sarayı’na çıkmış Putin ile yemek yerken Putin’e dönüp “Sayın Putin sizin elinizdeki KGB’ye benzer güçlü bir istihbarat teşkilatı, gizli servis bende olsaydı ben Waterloo savaşını asla kaybetmezdim” demiş ve sonra da Türkiye’ye gelmiş.
Başbakan Erdoğan ile yemek yemişler ve yemekten sonra Tayyip Bey’e dönüp, “Mösyö Tayyip, sizin elinizdeki mükemmel basın gibi bir basın benim elimde olsaydı Waterloo savaşını kaybettiğimi hiç kimse duymazdı!!!
Aslında andaki durum fıkradakinden pek de farklı değil!
Türkiye’de bir savaş yürüyor. Öyle basit bir çatapat olayı değil, içinde uçağın, helikopterin, yüz binlerce askerin olduğu, ağır silahların kullanıldığı; her gün onlarca insanın öldüğü/ öldürüldüğü bir savaş!
Ama Türkiye’nin medyası olarak boy gösterenlerden tepki yok! Bırakalım savaşa karşı çıkabilme yeteneği sergilemesini, hani ağızlarına pelesenk ettikleri ‘bağımsız medya’, ‘tarafsız habercilik’ vs. ilkelerinin gereğini yapıp savaşın haberini dahi yapmıyorlar. Ya da daha doğrusu işlerine geldiği gibi, devletin / hükümetin isteğine uygun ‘habercilik’ yapıyorlar.
Evet, sahibinin sesi’ malum medya organları hükümetin yine de medyatik zararı en aza indirmek için yasakçı siyasetine gönülden sarılıyor, devlete halel gelmemesi için, aslında salt gazetecilik mesleği ile ilgili toplantılarda gevelenen ‘bağımsız / tarafsız’ gazetecilik ‘ilkelerini’ ayaklar altına almaktan, onları paspas yapmaktan bir rahatsızlık duymuyorlar!
Aslında sistemin gazetecisi / basın mensubu esasta sistemin sürmesinden yanadır, bunun gönüllüsüdür. Ama zaman zaman bu gönüllü olma hali de yetmiyor olacak ki, kendilerine iktidar tarafından ayar veriliyor.
Medyaya ayar!
AKP hükümetinin de kendinden önceki hükümetler gibi kendisine biat eden bir medya istiyor. Bunu sağlamak için medya patronlarından merkez medya denilen medyanın öne çıkanlarıyla toplantılar yaptığı biliniyor. Bu çabalar sonunda AKP hükümeti merkez medyayı denetim altına almıştır. Bu kesimde muhalif olanlar ya hapse atılmışlardır ya da işten atılmak suretiyle bertaraf edilmişlerdir. Var olan kimi ‘zıpçıktı’ gazeteciler de kabullenilebilir bir muhalefet yürütmektedirler. Bu çabalar Kürdistan’da savaşın yükselmesiyle açık tehdit olarak sürmeye devam etti. Hükümet savaşın haberlerinin tüm çıplaklığıyla verilmesini istemiyor. Bunun AKP hükümeti için pek de hayırlı olmayacağını biliyor ve ama bunu böyle de dillendiremiyor, herkesin altında toparlanabileceği bir gerekçeye sığınıyorlar: Teröre destek olunmasını engellemek! Bunun için medyaya ayar verilmelidir!
Geçtiğimiz günlerde bu ülkenin İçişleri Bakanı (ki kendisi gelmiş geçmiş en ‘zarif’ içişleri bakanlarından birisidir ve bu hükümetin ‘nazar boncuğudur’!) İdris Naim Şahin’in şu sözleri medyaya verilen ayarın zirvesidir:
“Ankara’da, İstanbul’da oturmuş köşesine, almış kalemini eline, içiyor purosunu… Denizin maviliklerine, ağacın, bahçelerin yeşilliklerine bakarak yazı yazanlar, fikir üretenler… Büyük ulema, büyük mütefekkir grubu… Ağzına tıkarım ben o yazıları senin…”
İdris Naim Şahin bu konuda yanlız değil. Örneğin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç ayarını daha kısa ifade ediyor:
”Basın kendine çeki düzen vermeli!”
Eğer bu tehdit değilse, tehdit nedir diye insanın sorası geliyor!
Ama sadece İdris Naim Şahin’in ya da Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın bu sözleri söyleyebileceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Ülkenin Başbakanı da İçişleri Bakanından ya da kendi yardımcısından farklı değildir. Söylediklerinden bir demet:
“Ben buradan o medya patronuna yazıklar olsun diyorum. Bu tür hedefi olamayan, bu tür aşkı, heyecanı olamayan insanların eline kalem vermişsin, köşe teslim etmişsin. Bunlar bu millete yabancı, bu milletin tarihine yabancı, bu milletin derdiyle dertlenen kalemler değil bunlar…”
“Yıllardır sizi takip eden muhabirlerin Başbakanlığa akreditasyonları iptal edildi. Bu konudaki görüşünüz nedir?” sorusuna da Erdoğan, “Arkadaşlar, muhabirler yalan yanlış haber yapıyorsa akreditasyonları iptal edilebilir. O medya organı veya grubu bir başkasını göndersin. Yalan yanlış haber yapanlarla biz yola devam etmeyiz. Bizim ölçümüz o. Yalan yanlış haber yapmayacak!”
“PKK’dan mı yanasın, bu milletten mi yanasın?” Bilindiği üzere Türkiye’de burjuva siyaset sahnesine çıkan her parti, her siyasetçi ‘en demokrat‘ olma iddiasıyla çıkar. Söylemde fazla fark yoktur bu anlamda aralarında! AKP iktidara geldiğinde ‚farklı‘ olmak adına ‚ileri demokrasi‘, ‚ileri demokrat‘ olma söylemini kullanmaya başlamıştı. Sadece yukarıya yaptığımız alıntılar bile AKP hükümetinin demokratlıkta ne kadar ‚ileri‘ gittiğini göstermeye yeter!
Bir savaş gizlenebilir mi?
Normal koşullarda dünyanın neresinde olursa olsun savaş gizlenemez bir olgudur. Ama Türkiye’de bir savaş gizleniyor! Başlarken anlattığımız fıkradaki gibi medya sayesinde oluyor bu! Hükümetin ‘ileri demokrasisinin’ gazetecileri hükümetin telkinleriyle bugüne kadar savaşı gizlemeye çalıştılar, çalışıyorlar.
Savaşta ölen / öldürülenlerin sayısı aşağılara çekilerek toplumun savaşa tepki vermesi engellenmek istendi! Roboski unutturulmaya çalışıldı mesela! Her gün gelen asker cenazelerinin ardından geliştirilen Kürt düşmanlığı söylemiyle Türk milliyetçiliği azdırıldı! Suriye başta olmak üzere komşularla yaşanan sorunlarda Türkiye’nin rolü gözlerden gizlenmek istendi! Suriye’ye yönelik savaş kışkırtıcılığı alabildiğine körüklenerek toplumun olası savaşa adaptasyonuna bugünden başlandı vb. vb.
Peki, başarılı olabildiler mi? Kısmen evet!
Örneğin savaşın bilançosunu gizleyebildiler! Örneğin devletin savaşın yürüdüğü bölgede düştüğü aczi belli etmemeye çalıştılar: Bunun için çok komik durumlara da düştüler… Örneğin sistemin her dönem ‘amiral gemisi’ olduğu ilan edilen bir gazetenin yöneticisinin savaşın sürdüğü bir alanda tepenin birisine kurulan bir masada kahve içmesi ‘devletin hâkimiyetine’ delil olarak gösterdiler. Ve büyük çoğunluk ‘İşte bu! Devlet her şeye hâkim!’ komedisine inandırıldı! Bu kadar acz içindeki sistem ve onun medya şarlatanları diğer yandan Kürt düşmanlığını kısmen de olsa azdırdılar! vb.
Bir bütün olarak ama hayır!
Çünkü dünyanın hiçbir yerinde, bu gelişmiş iletişim teknolojileri çağında bütünlüklü bir dezenformasyonun olamayacağı açıktır. Suriye ve Kürdistan’da yapılanların / gelişmelerin hepsini gözlerden gizlemek mümkün değildi, değil! Bugün herkes biliyor ki durum ne hükümetin gösterdiği gibi ‘mükemmel, hiç sorun yok!’ durumunda, ne de sahibinin sesi medyanın yansıttığı gibi tozpembe!
Durumun pek de iyi olmadığını hükümet de, yalaka medyası da biliyor, bütün çabalara karşın savaşın gizlenemeyeceğini görüyorlar. Bu noktada çok bilinen bir yolu deniyorlar: Her şeyi ‘teröre endekslemek, her sorunda ‘terörü’ bahane ederek işlerine gelmeyen olumsuzlukların üzerini kapamak; terör bahanesiyle yapılan her devlet edimini haklı çıkarmak, muhalifleri ‘teröre destek veriyor’ bahanesiyle susturmak / cezalandırmak vb. vb.
Terör sen nelere kadirsin!
Örneğin 4+4+4 sorunu mu tartışılıyor? Bu konuda 60 aylık çocukların okula başlamasını veli istemiyor mu? Hükümet bu konuda eleştiriliyor mu? Olmaz, olamaz!
Bakan Dinçer hemen açıklama yapıyor: “Kargaşa var ama bu bizim yaptıklarımızla ilgili değil. Kargaşa var ama ciddi problem yok. Kargaşayı bizim ne yaptığımızı anlamayan sözde eğitim uzmanları çıkarıyor. Normal vatandaşlarımızın çoğu bizi destekliyor. Biz istemiyoruz ama vatandaş 60 aylık çocuğunu bile okula göndermekten yana. Eleştirilerin bir kısmı PKK kaynaklı. Çocuklarımızı erken yaşta okula alıp Türkçe öğreteceğiz, onları hayata hazırlayacağız. ‘Rapor dahi almayın’ diyenler PKK yanlıları. Bunu önlemek istiyor- lar.” sözleri eğitim camiasında tartışılıyor. 4+4+4’e karşı çıkanlar yeni eğitim sistemine ideolojik mi bakıyor?”
‚Her şeyin başında terör var! Onlar çocukların erken yaşta okula alınıp Türkçe öğretileceğinden korktuğu için karşılarmış!!! Bunun için hükümetin kararlarına destek verin, sorgulamayın, karşı çıkmayın! Karşı çıkarsanız teröre destek vermiş olursunuz!‘ diyor kısaca hükümet ve onun bakanı!
Bu çok tehlikeli bir susturma ve toplumu esir alma metodudur. Her alana da rahatlıkla uygulanabilir. Bu ülke insanı geçmişte terörle mücadele adına grev yasakları yaşadı! En basit hak taleplerini terörle ilişkilendirerek zorla sindirildi, susturuldu. Terörün propagandasını engellemek adına trafik lambalarını değiştiren bir anlayışın terör fobisiyle her alana sınırlama getirmesi, kitleleri susturmasının şaşırtıcı olmasa gerekir!
Sorun sistem!
Kapitalist sistemin savunucularının en temel isteklerinden birisi sisteme halel gelmeden, dikensiz bir şekilde sürmesidir. Bunun için muhalefet düzlenmeye çalışılır, ya da zararsız hale getirilir, istenen seviyeye gelmeyenler yeri gelir ‚demokratik hukuk kuralları‘ çerçevesinde, yeri gelir ‚zorla‘ istenen seviyeye çekilir! Her şeye rağmen direnenleri ise bekleyen şey hapistir, mahkeme kapılarında sürünmektir, ağır cezalardır.
Bugün Türkiye’de olan da budur!
AKP’nin ‚ileri demokrasisi‘ böyle bir demokrasidir! Onların yalanlarına aldanmamak gerek! Demokrasi adına oy isteyenlerin, iktidara gelenlerin kendileri, iktidarları için dikensiz gül bahçesi yaratma çabalarına karşı çıkmak gerçek demokrat olmanın en temel gereklerinden birisidir.
Bırakalım onlar istedikleri kadar gerçekleri karartmaya çalışsınlar! İstedikleri kadar yalanlarla, dolanlarla toplumu manipule etsinler…
Gerçekler inatçıdır.
O er ya da geç yalanın üstesinden gelecektir!
EN MÜHİM MESELE
Toprak doyurası gözleri doymuyor
Çok çok para kazanmak istiyorlar;
öldürmemiz, ölmemiz lazım geliyor
çok çok para kazanmaları için.
Elbet de aşikâre yapmıyorlar bunu:
renk renk fener asmışlar kuru dallara,
yalanları salmışlar yollara,
hepsinin de kuyruğu telli pullu.
Davullar dövülüyor pazar yerinde
çadırlarda kaplan adam, deniz kızı, kesik baş,
pembe donlu canbazlar tellerin üzerinde
hepsinin de yüzü gözü boyalı.
Aldanıp aldanmamak,
İşte bütün mesele.
Aldanmazsak: varız!
Aldanırsak: yok!
Nâzım Hikmet 1951
Son bir nokta ya da her yerde aynı!
Aslında yazıya Olimpiyatları yazma niyetiyle otur- dum. Ama memlekette olanları düşündüğümde vaz- geçip yukarıdaki yazıyı yazdım. Ve düşündüm; olimpi- yatları yazsaydım ne yazacaktım? Olimpiyat açılışının görkemini… Son derece başarılı bir teknikle hazırla- nan ve sunulan görkemli bir gösteriydi. ‘Zarfa değil mazrufa bak’ sözünü sık sık tekrarlayan birisi olarak, bu görsel şölende hiç mi eksik bir şey yoktu sorusunu sormaya itti…
Eksik olana geçmeden önce kısaca olimpiyat açılı- şında yapılan gösteriyi bir iki cümleyle anlatmam ge- rek sanırım:
Açılışta sahnede pastoral bir şiire konu olabilecek bir dekor… Tarlalar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar… Köylüler… Toprağa bağlılık, feodalite… Bir süre sonra dekor (çok kısa bir sürede) değişiyor… Doğa/feodalite dekorunun yerini sanayi toplumunu ifade eden bir dekor alıyor: Köylülerin sahneyi terk etmesi, yerlerine işçilerin gelmesi eşliğinde fabrika bacaları, makinalar, çelik döküm tesisleri kuruluyor. Burjuvalar tarih sah- nesine çıkıyor! Ve proleterler… Daha sonra çağdaş İngiliz toplumunun değerleri sahne alıyorlar… 007
James Bond’dan Florence Nightingale’e, Mr. Bean’den Beattles’a İngilizlerin çağdaş topluma kazandırdığı ki- şiler / ilerlemeler / zenginlikler / olaylar gayet çarpıcı bir dekor ve sunumla yansıtıldı. Her şey gayet mükem- mel biçimde verildikten sonra ülkelerin sporcularının geçişiyle olimpiyat açılış töreni sonlandırıldı.
Her şey mükemmeldi! Acaba?!!!
Bu tarihi seremoni içerisinde eksik bir şeyler yok muydu?
Vardı elbette! Örneğin bu tarihi seyir içinde İngiltere’yi İngiltere yapan en temel olgulardan birisi olan sömürgecilik yoktu! İngiltere’nin örne- ğin Hindistan’da, Afrika’da, Avustralya’da, Kuzey Amerika’da ne aradığı, oradaki halklara neler yaşattığı, onları nasıl iliğine kemiğine kadar sömürdüğü konu edinilmemişti! Örneğin Falkland Savaşı yoktu! Örne- ğin Körfez / Irak Savaşı yoktu! Örneğin İngiliz işçi ve emekçilerinin sömürüsü yoktu! Sosyal hakların kısıtlanması yoktu!
Olimpiyat açılışında İngilizlerin tüm iyi ve çağa damga vuran değerlerinin gösterilmesi, bunun dı- şında tarihte ve günümüzde işlediği günahların te- ğet geçilmesi şaşırtmıyor! Çünkü her burjuva kapi- talist devletin yaptığı gibi İngilizler de barbarlıklarını saklama ve gözlerden gizleme yolunu seçiyorlar. Kitlelerin gerçekleri görmesini engelliyor, devletle- rini sorgulamasını ve ona karşı mücadele edilmesini istemiyorlar.
Tıpkı Türk devleti gibi… Yapılan iş özde aynı! Yalancılık!
Tarihi, olayları, olguları çarpıtmak! Onları işine geldiği gibi kullanmak! Peki, nereye kadar?
Toplumlar içinde yaşadıkları sistemi sorgulayana kadar! Onunla mücadele edene kadar! Devrimlerle yalanı, yalanı söyleyenlerin saltanatlarını yıkıp gerçek demokrasinin işlediği yeni bir toplumu, sosyalist top- lumu kurana kadar!
4 Eylül 2012
“ELLERİNİZE VE YALANA DAİR
Bütün taşlar gibi vekarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen elleriniz.
Arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü, tabiat gibi cesur
>ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin
altında gizleyen elleriniz
Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız.
Ve beyaz bir sofrada bir kere bile
yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
İnsanlar, ah, benim insanlarım,
hele Asya’dakiler, Afrika’dakiler,
Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik adaları ve benim memleketlilerim
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu,
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın…
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa
çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
/ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
renk yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. [1949]”
(Nâzım Hikmet, Şiirler 4, sayfa 194-195)
(Derya Gümüş, Sayı 62)