Dostluk başka bir şey. En güzel yanı ise, dostlarınızdan hayatın getirdiği zorunluluklar nedeni ile ne kadar uzak kalırsanız kalın tekrar bir araya geldiğinizde ayrı kalınan günler hiç yaşanmamış oluyor.
Bir süredir artık dostluklarımın bir çoğunun doğup yeşerdiği şehirden uzaklarda yaşıyorum. Bu nedenle eski şehrimde kalan dostlarla hayattan kendi adımıza çalabildiğimiz günlerin sayısı azaldı. Geçen yaz üç beş günlüğüne de olsa izin günlerimiz çakıştı ve bu zaman dilimini güneyde bir üçüncü şehirde dostluğumuza ayırmaya karar verdik. Kısa süreli tatilimizin ilk günü sabah kahvaltısından sonra kaldığımız tahta evlerden oluşan pansiyonumuzda uzun uzun sohbet ettik. Zaten geç kalktığımız için sohbete ara verdiğimizde ikindi vakti olmuştu. Artık biraz denize girelim diyerek ağır adımlarla tozlu patikaya çıktık. Kaldığımız pansiyondan denize gitmek için tarihi kalıntıların içinden geçen yaklaşık bir kilometrelik bir yolumuz vardı. Uzun sohbetin ve halen gökyüzünde hükmü süren yakıcı güneşin etkisi ile yol boyu konuşmadık. Sahile vardığımızda sol yanımızdaki küçük kayalık tepeciğin gölgesi deniz ile birleşmişti. Güneşlenmeyi sevmediğimizden her zamanki gibi sola dönüp gölgenin denize ulaştığı yere yöneldik ve bu sakin günde küçücük dalgaları ile küçük taşlık kumsalı okşayan denizin bir metre uzağında ellerimizdeki havluları yere bıraktık.
– Hadi açılışı yapalım, dedim
– Ben daldım bile, deyip suları sıçrata sıçrata iki koca adım atıp kendisini sulara bıraktı Can.
– Abi taşın güzelliğine bakın, dedi hayranlık dolu bir hayretle Cemal.
Bu ani tepki, ayaklarına henüz su deymiş olan Hasan ile beni durdurdu. Hasan, şaşkın bir yüzle önce etrafına, sonra Cemal kardeşimizin baktığı yöne baktı,
– Hangisi lan, etrafta binlerce taş var
– Oğlum suyun içindeki kayayı diyorum, şu herkesin tepesinde olduğu.
– Yaa, gördün mü yanlış hesap nerelerden dönüyor, biz ona taş demiyoruz, dedim.
– Ben bi yakından bakayım o kayaya güzel şeyler var gibi üstünde, deyip Hasan suya daldı hızla.
Bu arada Can kayanın yolunu yarı etmişti. Cemal ile ben de suya girip ağır ağır diğerlerinin peşinden o yana doğru yüzmeye başladık. Kayanın 5-6 metre açığına geldiğimizde Can kayaya çıkmıştı bile. Kayanın üstü oldukça kalabalıktı, sivri çıkıntıları nedeni ile insanlar ağır ağır en tepesine tırmanıyor, oradan kendisine güvenenler en şık atlayışları ile seyredenlerin beğenisini kazanmaya çalışıyordu. Söylemeye gerek yok sanırım en tepeye çıkma ve atlama cesaretini gösterenler erkekler, onların oraya çıkmasına neden olan veya suyun içinde ya da kayanın alt kesimlerinde atlayanları izleyenler ise bayanlardı. Hasan yüzerek kayanın etrafında bir tur attıktan sonra, suyun içinde Cemal ile benim tembellik yaptığımız ve atlayanları seyrettiğimiz yere geldi.
– Ne oldu Can atladı mı hiç?
– Yok be, sırasını bekliyor, dedi Cemal
– Bence cesaretini topluyor oğlum, artık o kadar genç değil, dedim bende.
– Can hadi oğlum, cesaret, diye bağırdı Hasan.
Can, atlamayacağım niyetim yok der gibi bir işaret yaptı. Bu sırada sırtında büyük bir döğme olan ki aradaki mesafeden ne döğmesi olduğu seçilemiyordu, orta boylu hafif balık etli esmer bir bayan izin isteyerek atlamak isteyenlerin arasından seri hareketlerle kayanın tepesine doğru ilerlemeye başladı. Kısa sürede en uca ulaşıp, diğerleri gibi beklemeden enfes bir atlayış yaptı ki bu kadar olur. Sonra iki-üç kulaçta tekrar kayaya ulaştı, yine seri hareketlerle en tepeye ulaşıp bu kez sırtını denize dönerek durdu ve bir başka enfes atlayış yaptı. Sonra kıyıya doğru yüzmeye başladı. Bundan sonrası görülmeye değerdi işte. Kayanın üstündeki herkes donup kaldı, kimsenin atlamaya cesareti kalmamıştı. Sırayla insanlar sessiz sedasız suya girdiler, kimse atlamadı. Kısa süre sonra suya atlamaya niyeti olan kimse kalmamıştı. Kendileri için düzenlenen eğlencenin bittiğini anlayan kayanın alt kesimindeki bayanlar da ağır ağır suya girip kayayı terk ettiler bir süre sonra. Biz de kayada kalanlar ile sohbet eden dostumuza hadi kıyıya der gibi el sallayıp rotayı karaya çevirdik. En son Can kıyıya ulaştığında biz çoktan kurulanıp denizi seyretmeye koyulmuştuk. Hasan, Can kurulanırken kendi kendine güldü.
– Can oğlum iyi ki atlamaya kalkmadın ha! Yoksa sen de madara olacaktın, dedi.
– Ya cidden ne atlayışlar yaptı, İspanyolmuş hatun.
– Atlayışı bir yana bırakın sonrasındaki sahne enfesti ama, dedim
– Valla öyle, millet dersini fena aldı, dedi Hasan
– Sanmam, kapitalizm işler yine, dedi Cemal.
Hepimiz soran gözlerle kendisine baktık. Cemal kendinden emin ayağa kalktı, tişörtünü giydi, şaşkın şaşkın bir yanıt bekleyen bizlere döndü,
– Şimdi herkes ben niye atlayamıyorum deyip düşünmez, yanlışını falan görmez, daha iyi atlamak için çalışmaz, sanki marifet döğmedeymiş gibi gidip döğme yaptırır, dedi ve ekledi, hadi gidip bir şeyler içelim.
– Ee! Ne duruyorsunuz gidelim, eleman olayın ana temasını orta yere koydu var mı daha iyi bir yorumu olan? dedim diğerlerine.
Yok der gibi başlarını salladılar, eşyalarımızı alıp yola koyulduk. Yol boyu sessizlik hakimdi yine, pansiyonun önüne gelince,
– Yaa, hem bir şeyler içelim hem müzik dinleyelim, dedi Hasan eliyle biraz ilerideki salaş barı işaret ederek.
Öneri kabul gördü, gidip biralarımızı alıp girişin yanındaki masaya oturduk. Daha ilk yudumlarımızı almıştık ki yanı başımızda bir ufaklık belirdi. Sarışın, gri-mavi renk gözlü 5-6 yaşlarında gösteren bir erkek çocuğuydu bu. Bir elinde tuttuğu, üzerlerinde boyalı kalemlerle yazılmış kargacık burgacık yazılar bulunan yassı taşları bize doğru uzattı.
– Yuuzz pin, yuuzz pin, dedi bozuk ama sevimli bir Türkçe ile.
– Yüz bin liramız yok be ufaklık daha yeni geldik sonra alırız tamam mı? dedi Can ufaklığa.
Ufaklık hemen başka bir masaya yöneldi. Bir elinde taşları, öbür elinde boya kalemleriyle.
– Bu şirin zırzop kim yaa!, dedim
– Babası ile yazları buralarda gezinip duruyor, babası burada mutfakta çalışıyor, Hollandalı mı Alman mı? öyle bir yerlerden, herifin kafası hep iyi, eşinden ayrılıp oğlanı kaptığı gibi kendisini Akdeniz’e atmış, iki yıldır buralarda. Oğlan uyanık ama, gidip yassı taşları topluyor, sonra buradaki müşterilere ilginç şeyler yazdırıyor, sonra yine o taşları yüz bin liradan millete satıp altı yüzbin lirayı denkleştirince gidip dondurma alıyor, diye Can olayı açıkladı.
– Vay uyanık, dedi Hasan.
Ben Cemal’e dönüp sen ne diyorsun gibilerinden bir el hareketi yaptım. Cemal bunun üzerine omzunun üzerinden ufaklığa doğru baktı. O sırada ufaklık, daha bu saatte günlük alkol sınırına yaklaşmış görünen barın müdavimlerinden birisine elindeki taşları uzatmış, en şirin bakışını takınarak, ‘yuuzz pin’ demek üzereydi. Alkollü müdavim sert ve beklenmedik bir şekilde masaya vurdu.
– Git lan başımdan, git dedi.
Bir anda tüm başlar ve tüm kızgın bakışlar o masaya ve alkollü müdavime yöneldi. Müdavim buna hiç aldırmadı. Bakışlarını ufaklıktan alarak tüm barı gözleri ile şöyle bir taradı. Sonra tekrar ufaklığa dikti bakışlarını.
– Oğlum, ham madde bizden, işçilik bizden, sonra da bizim malımızı bizim emeğimizi bize satıp elin yabancısının dondurmasına yine bizim paramızı yatırıyorsun, dondurmayı da sen yiyorsun iyi iş be! Yürü git başımdan, dedi ve içkisinden bir yudum alıp arkasına yaslandı, tahta tavanı seyretmeye koyuldu.
Bu sözler üzerine tüm başlar adam haklı der gibi sallandı ve herkes kaldığı yerden kendi muhabbetine döndü. Ufaklık ise hiç aldırmadan bardan dışarıya doğru yürüdü. Patika yoldan geçenlere dikti gözünü.
– Ee? Cemal yorum bekliyoruz, dedim.
– Dedik ya oğlum kapitalizm işte, hayat dersi bu kitaplarda yazmaz, dedi ve kendisine has kahkahasını patlattı.
– Son noktayı koydun yine eleman, dedi Hasan.
Can ile kafalarımızı sallayarak saygı ile karışık onayladık Hasan’ın sözlerini. İyi başlamıştı kısa sürecek tatilimiz.
- TUĞRUL ATASOY